14 Temmuz 2019 Pazar

Türkiye Neolitik Araştırmaları Üzerine Bir Değerlendirme


Türkiye Neolitik Araştırmaları Üzerine Bir Değerlendirme

Tarihöncesi uygarlığında, Epipaleolitik/Mezolitik Çağ’dan sonra gelen, Pleistosen’den Holosen Dönemi’ne geçişle birlikte oluşan yeni iklim şartlarına ve onun oluşturduğu çevreye uyum sağlayan insanoğlunun besin üretime geçtiği ilk döneme Neolitik1 Çağ adı verilmiştir. Eski tanımlarda tarım, hayvan evcilleştirme, yerleşik yaşam ve çanak çömleğin olduğu döneme Neolitik Çağ adı verilmekteydi. Son yıllarda yapılan araştırmalar bu dönemin birbirinin içine giren karmaşık yapı taşlarından oluştuğunu ve dönemi simgeleyecek tek bir olayın var olmadığını göstermiştir2. Doğaya bağlı asalak bir yaşamdan, doğayla ortak bir yaşama geçiş pek çok bilim adamı tarafından uzun yıllar bir devrim olarak nitelendirilmiştir. Kültürel ve geleneksel değişimlerin çok yavaş olduğu ve pek çok yerde bu devrimin belirgin aşamalardan geçtiği saptanmıştır. Neolitik devrimin karmaşıklığı, bu dönemin daha çok kuramsal olarak açıklanmasına yol açmış ve oluşturulan modellerin
bir kısmı günümüzde artık geçerliliğini kaybetmiştir

 Türkiye Neolitik Çağ yerleşme yerlerinin dökümü verilirken, bu dönem çanak çömleğin var olup olmamasına dayandırarak ve basite indirgenerek Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ3 ve Çanak Çömlekli Neolitik Çağ olarak ikiye ayrılmıştır. Çanak Çömlekli Neolitik Çağ ise yerleşme yerlerini anlatan bilgiler içinde İlk ve Son başlıklarıyla iki evre olarak kabul edilmiştir. Günümüzde ise bu basit ayrım giderek geçerliliğine kaybetmekte, bir gelişim süreci dikkate alınarak yeni bir sıralamaya gidilmektedir. Son yıllarda Neolitik Çağ buluntu yerlerindeki kazıların çığ gibi artması, buralardan elde edilen 14C tarihleri ve diğer öğeler artık evrelerin numara, harf ve isim verilmeden yeni bir sınıflandırılmaya gidilmesi zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır.

         Türkiye’deki Neolitik Çağ Araştırmaları

Türkiye’de 1960 öncesinde salt bu çağı aydınlatmaya yönelik bir araştırmanın pek olmadığı kabul edilebilir. Ancak Coba Höyük, Mersin Yumuktepe, Gözlükule gibi höyüklerin en alt tabakalarında Çanak Çömlekli Neolitik Çağ tabakalarına inildiği de unutulmamalıdır. 1960 yılında İstanbul Üniversitesi Prehistorya Anabilim Dalı ile Chicago Üniversitesi Doğu Bilimleri Enstitüsü’nün ortaklaşa yürüttükleri karma proje ile “Bereketli Hilal” adı verilen çekirdek bölgenin kuzeybatı uzantısında Toros Dağları üzerinde ilk tarımcı toplulukları aydınlatabilecek, Çayönü, Biris, Göbekli Tepe gibi bir çok yer tespit edilmiştir. Hemen hemen aynı yıllarda Hacılar ve Çatalhöyük’te yapılan kazılar Anadolu’da bu çağın hem de olağanüstü buluntularla var olduğunu ispatlamıştır. Biris Mezarlığı ve Çayönü dışında Suberde/Görüklük Tepe, Erbaba, Can Hasan I ve III kazıları bu çağın varlığını pekiştirmiştir. 1965 yılında I.A. Todd tarafından Orta Anadolu’da gerçekleştirilen yüzey araştırması ve Mellaart, French gibi araştırmacılar tarafından saptanan yeni buluntu yerleri bu çağın sanılanından daha fazla yerleşme yerine sahip olduğunu ispatlamıştır. Son yıllarda Çayönü ile beraber Köşk, Kuruçay, Gritille, Hayaz, Cafer Höyük, Nevali Çori, Höyücek, Aşıklı Höyük, Hallan Çemi, Hocaçeşme, Bademağacı, Çatalhöyük, Pınarbaşı kazılarının başlaması Türkiye Neolitik Çağı konusunda bilgilerimizin değişmesine, farklı boyutlara ulaşmasına yol açmıştır. Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ, özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi için, Levant Bölgesi’nde olduğu gibi PPNA-PPNB-PPNC olarak evrelere ayrılmıştır4. Gene son on yıl içinde Göller Yöresi, Ege Bölgesi, ve Marmara Bölgesi’nde yapılan yüzey araştırmaları ile yeni yerler bulunmuştur. 1960’lı yıllarda yorumlanan Neolitik Çağ modellerinde önemli değişiklikler olduğu bu kazı ve araştırmaların sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu değişimlere yeri geldiğinde aşağıda çok kısaca değinilecektir.

               Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ


Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgesi: Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ’da genellikle yurt yeri seçiminde hammadde kaynaklarına yakın, göl, bataklık kıyısındaki yüksekçe doğal tepeler ve eşikler ilk sırayı almıştır. Çeşitli av hayvanları dışında bu tip alanlar, kuş, balık ve çeşitli yumuşakçaların bol bulunabildiği yerlerdir. Çayönü (Diyarbakır), Güzir Höyük gibi mevkiler bu özellikleri taşımaktadır. Gene yaz-kış akan çay ve derelerin kıyılarındaki yükseltilerde köy yeri olarak seçilmiştir. Bunlara örnek olarak Hallan Çemi (Batman), Hayaz (Adıyaman), Gritille (Adıyaman), Demircitepe (Batman), Akarçaytepe, Teleilat (Şanlıurfa), Cafer Höyük (Malatya) mevkiileri verilebilir. Günümüzde yarı kurak az yağış alan yerlerden birinde, Fırat Nehri’nin yan vadisindeki Nevali Çori mevkiinin (Şanlıurfa) yurt yeri olarak seçilmesinde daha başka bir özelliğe sahip olmasının rol oynadığı sanılmaktadır. Tüm yer seçimlerinde en önemli özellik yakın çevrede içimi tatlı bir pınarın var olmasıdır.

Bu dönem bütün evreleri (PPNA, PPNB, PPNC) ile bölgede yalnız Çayönü’nde temsil edilmektedir. Şimdilik en eski yerleşme yeri olarak yaklaşık olarak, PPNA’ya tarihlenen Hallan Çemi (Batman) yerleşmesi, Çayönü ile birlikte Yakındoğu’daki PPNA evresine koşut bir evrenin, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde var olduğunu ve bu dönemde komşu bölgelerden gelen etkileşmeyi değil, bu bölgemizde yöresel bir kültürün geliştiğini ortaya koymuştur. Hallan Çemi, altı taş subasmanlı üstü dalörgü tipinde basit kulübelere sahip olmasına karşıt üzeri bezemeli taş kapları ile dikkat çekmektedir. Çayönü ise Yakındoğu’da anıtsal mimarisi ile bu çağın mimari gelişimini en iyi yansıtan yer olma özelliğini taşımaktadır. Bu dönemde toplumun daha rahat ve daha ekonomik şartlar için arayışlar içinde olduğu görülmektedir. Nevali Çori yerleşmesi (Şanlıurfa) konut mimarisinin yanısıra tapınağı ile değişik bir yelpazede bulunmaktadır. Bu çağda insanlar doğa güçlerinden etkilenerek dinsel inançlara yönelmişlerdir. Bunun etkileri, özellikle PPNB evresinden itibaren olağanüstü özellikler taşıyan tapınakların inşasında ve çok sayıda insan ve hayvan figürini yapmalarında görülmektedir. Bazı figürler Nevali Çori ve Göbekli Tepe’de (Şanlıurfa) olduğu gibi anıtsal boyutlara ulaşmıştır. Kadın figürlerinin, önceleri kadın doğurganlığının doğanın doğurganlığını simgelemesinden çıkarak bereketli mahsul toplamak için şekillendirildiği ileri sürülmekteydi. Çayönü, Cafer Höyük ve Göbekli Tepe (Şanlıurfa) kazılarında erkek heykellerinin de varlığı figürinlerin başka bir amaçla olasılıkla tanrı adak heykelleri olarak yapıldıkları fikrini akla getirmektedir. Uzun yıllar şiddetli kışları yüzünden Neolitik Çağ’ın avcı toplayıcı hatta ilk tarımcı toplulukları için yaşanmayacak bir bölge olduğu iddia edilen Doğu Anadolu’da Cafer Höyük (Malatya), Boy Tepe (Elazığ) ve Çınaz III (Elazığ) yerleşme yerlerinin ortaya çıkışı yaşanmayacak ortam savını ortadan kaldırmıştır. Böylece ilk tarımcı toplulukların yanısıra avcı ve toplayıcı ekonomileri olan toplulukların da uygun ortamı olan yerlere kolaylıkla intibak ettikleri anlaşılmıştır. İlerki yıllarda yapılacak yeni yüzey araştırmaları özellikle Doğu Anadolu Bölgesi’nde henüz bilinmeyen Neolitik Çağ buluntu yerlerini ortaya çıkaracaktır.

İç Anadolu Bölgesi: 

Anadolu’nun bu bölgesinde de yerleşim yeri olarak su kaynaklarının yakınları seçilmiştir. Genellikle Pleistosen dönemi büyük göllerin kıyılarında ilk yerleşmeler görülmektedir. Çevrede obsidien ve çakmaktaşı gibi hammadde yataklarının oluşu ve hayvan sürülerinin göç yolları üzerinde olma gibi yan özelliklerde bu seçimde rol oynamıştır. Melendiz Nehri’nin hemen yanında kurulan Aşıklı Höyük (Aksaray) bu tip yerleşim için iyi bir örnektir. Göl/Bataklık kıyısı yerleşimlere örnek olarak, kazısı henüz başlangıç safhasında olan Pınarbaşı (Konya) verilebilir. 1996 yılında Niğde-Nevşehir yöresinde gerçekleştirilen yüzey araştırmalarında obsidien yatakları çevresinde Kayırlıköy, Nenezi, Kaletepe’de atölyelerin bulunuşu, hammadde-ara yapım-alet yapımındaki teknolojik gelişmeleri ve ilişkileri ortaya çıkarması açısından çok önemlidir. İç Anadolu’da mimarinin yapım tekniği ve inşaat malzemesi kullanım açısından Toros Neolitiği’nden çok farklı olmadığı görülmektedir. Neolitik topluluklar doğal olarak çevrelerinde bol bulunan malzemeyi yapılarında kullanmışlardır. İç Anadolu Neolitiği’nde, dinsel öğelerin Güneydoğu Neolitiği’nde olduğu gibi baskın olduğu görülmektedir. Gene şimdilik farklı bir özellik, toplum içinde başkan olgusunun ayrı yapı kompleksi ile simgelenmesidir. Aşıklı Höyük’teki çevre duvarı, bu çağın topluluklarının korunma içgüdülerinin göstergesidir. Orta Anadolu’da Can Hasan III (Karaman) ve Hacılar’ın (Konya) Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ5 tabakaları geniş bir alanda açılamadığı için buralardan elde edilen bilgiler yeterli değildir.

Ege Bölgesi:


 Gerek French gerek Meriç’in araştırmalarında bu bölgede şu ana dek çanak çömlek öncesi yerleşme yerlerinden bir tekine bile rastlanılmamıştır. Bu olasılıkla yüzey araştırmalarının daha çok ovalarda yapılmasından, ova yamaçlarının bu açıdan araştırılmamasından kaynaklanmaktadır.


Akdeniz Bölgesi:


 Özellikle Antalya yöresi Epipaleolitik Çağ açısından zengin bulgulara sahip olmasına karşıt bu yörede araştırmaların daha çok ovalara kaydırılmasından dolayı Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ yerleşmelerinden hiçbiri bulunamamıştır. Yöre arkeolojisinin bir başka sorunu da aslında Epipaleolitik kültürü yaşayan toplulukların İç Anadolu Neolitik toplulukları ile çağdaş olup olmama sorunudur. Doğu Akdeniz’de Antakya yöresinde de özellikle Amik Gölü’nün çevresinde, Mersin-Tarsus dağ eşiğinde yapılacak yeni araştırmalar, bu çağı aydınlatabilecek yeni bulgular bulma ümidi taşımaktadır.

Karadeniz Bölgesi: 


1996 yılı araştırmalarında tespit edilen Sokukayası (Kastamonu) şüpheli buluntu yeri dışında bu yörede herhangi bir Neolitik yerleşme bulunamamıştır.

Marmara Bölgesi: Özdoğan’ın son 10 yılda gerçekleştirdiği yüzey araştırmalarında yörede Epipaleolitik Çağ gelenekli yontma taş endüstrilerin var olduğu ve çanak çömlek parçası bulunmayan bir çok yerin (örneğin Değirmenlik Mevkii-Çanakkale) olasılıkla bu çağı temsil ettiği görülmektedir. Yörede herhangi bir kazı yapılmadığı için kültürler arasındaki ilişkiler bilinmemektedir.

            Çanak Çömlekli Neolitik Çağ 


Anadolu’da çömlekçiliğin birdenbire bir buluş olarak ortaya çıkmadığı, çanak çömleksiz dönemde bile çanak çömlek denemeleri yapıldığı çeşitli bulgularla saptanmıştır. Çanak çömleğin bulunuşu bir devrim olarak kabul edilmese de özellikle gıda ekonomisinde insanları değişik beslenmeye yöneltmiştir.

Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgesi: 


1989 yılından itibaren Çayönü’nün Çanak çömlekli Neolitik katlarının kazılması gerek mimari gerek küçük buluntular açısından bu bölgenin bu dönemi hakkında somut bilgiler kazandırmıştır. Yerleşmenin çanak çömleksiz dönemine tarihlenen “Hücre Planlı Yapılar Evresi”nin sonlarında kerpiç çamurundan yapılmış kaba kaplar ortaya çıkışı ve bir kaç adet çanak parçasının bulunuşu bu dönemin sonunda Çayönü’nün çevresinde çanak çömlek yapmasını bilen toplumların olduğunu ama Çayönü’nde yaşayanların buna gerek görmedikleri sonucu çıkartılabilir. Gritille (Adıyaman) yerleşme yerinde de aynı bulgularla karşılaşılmıştır. Çanak çömlekli tabakalarda ise en altta kırmızı astarlı ve boya bezemeli çanak çömlek parçaları onun üstünde ise Hassuna malına benzeyen parçalar ortaya çıkmıştır. Koyu Yüzlü Açkılı maldan önce başka bir mal türüne ait parçaların bulunuşu bu bölgede mal gelişiminde Amik Ovasından farklı bir sıralamanın olduğunu düşündürmektedir.

Çayönü’nde bu tabakalarda taş mimarinin ağırlıklı olduğu ve aralarda geçitleri ile çok odalı etrafında kalın çevre duvarları olan karmaşık bir yapı kompleksinin varlığı izlenmektedir. Buna karşılık Çayönü’ne çok yakın olan Yayvantepe’de (Diyarbakır) ise kerpiç mimari vardır. Kumartepe’de açılan alanların çok küçük oluşu buradaki mimari hakkında fazla bir bilgi edinilmemesine yol açmıştır. Çanak çömleksiz Neolitik Çağ’da olduğu gibi hammadde kullanımı açısından topluluklar yakın çevrelerindeki malzemeyi tercih etmişlerdir. Doğu Anadolu’da Tepecik (Elazığ) ve İkiz Höyük’te (Malatya) Koyu Yüzlü Açkılı maldan örneklerin varlığına dayanılarak Son Neolitik Çağ’ın sonuna ait yerleşimlerin var olduğu iddia edilmektedir

MÖ 5. bin yılda toplulukların ekonomisinde tarım en ön safhayı almakta, sürü hayvancılığı ise daha bilinçli bir şekilde yapılmaktadır. Avcılık ise besin ekonomisinde önemini kaybetmiştir.

İç Anadolu Bölgesi:


 İç Anadolu’daki göllerin kuruması ile ortaya çıkan verimli topraklarda tarım yapan tarımcı/çiftçi topluluklar olasılıkla artı ürün ile yüksek bir kültür düzeyine ulaşmışlardır. Bu tip yerleşimlere en iyi örnek Çatalhöyük’tür. Buradaki kazının yıllar sonra tekrar başlaması, günün bilimsel kaynakları ile bu kazının desteklenmesi pek çok sorunun çözülmesine yardımcı olacaktır. Kerpiç mimarinin en mükemmel örnekleri bu yerleşme yerinde mevcuttur. Anadolu’nun kerpiç mimarisinin bu çağda olgunlaştığı ve günümüze kadar pek değişmeden geldiği görülmektedir. Olağanüstü duvar resimleri, Çatalhöyük insanlarının dinsel düşüncelerini ortaya koymakta, o günün şartlarındaki yaşam tarzlarının öğrenilmesine yardımcı olmaktadır. Köyde, tek tapınak yerine, yapılardaki bazı mekânların günlük yaşam ile birlikte dinsel mekân olarak da kullanılmış olduğu tespit edilmiştir. Yapıların bal peteği gibi birbirine yapışık ve dışa kapalı bir şekilde inşa edilmeleri toplumun bir tehlike ile karşı karşıya olduğunun bir belirtisidir. Çanak çömlek biçimlerinde çağın özelliklerini taşıyan biçimler izlenmektedir. İç Anadolu Bölgesi’nin çok büyük oluşu doğal olarak tek bir kültürün dışında komşu bölgelerden etkilenen bir çok kültürlerin var olmasına yol açmıştır. Köşk Höyük (Niğde) malzemesi hem gelişkin hem de basit olan öğeleri ile tarihlenmesi zor olan yerlerden biridir. Özellikle hayvan ve insan kabartmalı çanak çömlekler burada yaşayanların sanat açısından da zengin bir kültüre sahip olduklarını göstermektedir

Akdeniz Bölgesi: 


Antalya il sınırları içinde, Amik Ovası’nda yer alan Tell el Cüdeyde ile Mersin Yumuktepe’de ortaya çıkartılan tabakalanma düzeni, uzun yıllar Doğu ve Güneydoğu Anadolu hatta İç Anadolu’nun kültürlerinin tarihlenmelerinde yol gösterici olmuştur. Tell el Cüdeyde’nin Amik A-B dönemine konan tabakalarındaki mimari konusunda bir bilgimiz olmamasına karşıt Mersin Yumuktepe’nin alt katlarında, Güneydoğu Anadolu’ya koşut bir mimari gelişimin var olduğu saptanmıştır. Akdeniz kıyısı kültürlerde çanak çömlekte ortak özellik olarak kabuk ya da tırnak baskı bezemenin hakim unsur olduğu görülmektedir. Basit tutamaklar dışında İç Anadolu’nun özellikle güney kısmı ile benzerlikler kurulabilir. Amik Ovası’ndaki özelliklerin ise genelde Kuzey Suriye ve Güneydoğu Anadolu ile ilgili olduğu gözlenmektedir.

Anadolu’nun göller yöresini de içine alan Batı Akdeniz bölgesinde en eski çanak çömleğin Bademağacı ve Beldibi’nde olduğu sanısı Kuruçay Höyük kazıları ile son bulmuştur. Kuruçay’ın 13 ve 12. tabakalarındaki çanak çömleğin şimdilik, yörenin en eski yapımları olduğu iddia edilmektedir. Bir tapınak köyü olduğu söylenen Höyücek malzemesi içinde de Anadolu’nun kuzeyi ile ilişki kurulabilecek parçalar mevcuttur. Kuruçay biraz daha yeni olduğu gene 14C tarihlemeleri ortaya çıkan Hacılar ise Kuzeybatı Anadolu ile ilişkiler veren tek merkez olma hüviyetini uzun süre devam ettirmiş ve Fikirtepe-Pendik yerleşmelerinde ortaya çıkan kültürün tarihlenmesini etkilemiştir. Bademağacı’ndaki kazılar olasılıkla bu yörede kesin bir kronoloji kurulmasına yardımcı olacaktır

Ege Bölgesi:


 Bu bölgede Neolitik Çağ bulguları ancak yüzey araştırmalarından gelen çanak çömlek parçalarına dayanmakta, Ege Adaları ve Yunanistan ilişkileri ancak kazılar sonucunda elde edilebilecek tabakalı buluntular yardımıyla çözülecektir. Bölgede soluk açkılı ve erken boyalı maldan örnekler şimdilik Neolitik Çağ’a konmaktadır.

Marmara Bölgesi:


 Çanak Çömlekli Neolitik Çağ’ın tabakalanması ve diğer bilgiler son yıllarda gerçekleştirilen Ilıpınar ve Hocaçeşme kazıları ile saptanmıştır. Ilıpınar kazısı (Bursa), Kuzeybatı Anadolu’nun Son Neolitik-İlk Kalkolitik Çağ kültürlerini açığa çıkardığı gibi, yıllar boyu göreceli kronoloji ile değerlendirilen Fikirtepe/Pendik kültürünün de mutlak tarihlerle saptanmasına yol açmıştır. Fikirtepe kültürünün yalnız balık avcılığına dayanan bir ekonomisi olmadığı, Eskişehir’de yer alan Demircihöyük yanındaki bir yerleşmeden gelen Fikirtepe mallarından anlaşılmaktadır. Gene Fikirtepe kültürünün yalnız Doğu Marmara ve çevresinde değil Batı Marmara’ya kadar ulaştığı Kaynarca Mevkii (Çanakkale) buluntuları ile kanıtlanmıştır. Hocaçeşme Höyüğü’ndeki (Edirne) kazı ise Anadolu ile Güneydoğu Avrupa arasındaki ilişkileri ve Güneydoğu Avrupa tarihöncesi kültürlere Anadolu katkısını ortaya çıkarmıştır.

Kaynak: Harmankaya, S. - O. Tanındı - M. Özbaşaran, TAY - Türkiye Arkeolojik Yerleşmeleri-2: Neolitik, Ege Yayınları, Takım ISBN 975-807- 003-7, Cilt ISBN 975-807-010-X, İstanbul, 1997.


Osmanlı Padişahlarının Avcılığı ve Av Kültürü





İnsanlık tarihinin ilk dönemlerinden itibaren var olan avcılık, ilk insanların yiyecek ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla zorunlu olarak gerçekleştirdikleri bir uğraş alanıdır. Ancak zaman içerisinde ziraat toplumuna geçilmesi ve medeniyet seviyesinin gelişmesine paralel olarak avcılık geçim kaynağı olmaktan çıkmıştır. Bu çerçevede av faaliyetleri daha ziyade eğlenmek, spor yapmak, dinlenmek, halkla irtibat kurmak, teftişte bulunmak ve savaş hazırlıkları için tatbikat yapmak gibi amaçlar dâhilinde yapılır olmuştur. Avcılık faaliyetlerinin gelişiminde Türklerin önemli katkıları vardır. Nitekim Türklerde avcılık faaliyetleri devlet teşkilatlanmasının bir parçası ve askeri bir tatbikat unsuru haline gelmiştir. Bu çerçevede Türk-İslam devlet zincirinin bir halkası olan Osmanlı Devleti’nde de kuruluşundan itibaren var olan ve zamanla geliştirilen bir av teşkilatı vardır. Makalede Osmanlı’daki bu av teşkilatı ile av kültürü ve padişahların avcılık özellikleri üzerinde durulmuştur.


Av kültürü daha İslamiyet’ten önceki dönemlerde Türkler arasında oldukça yaygın bir spor ve savaş talimlerinden biriydi. Nitekim bulundukları yer ve yaşadıkları doğal koşulların zorluğundan dolayı Türklerde kız ve erkek çocuklarına ok atma, avlanma ve ata binme gibi eğitimler küçük yaşlardan itibaren verilirdi.
 İslam’ın kabulünden sonra da Hz. Peygamber’in at binmeyi, ok atmayı ve yüzmeyi teşvik edici sözleri, gerek Müslüman devletlerde gerekse Türklerde av merakının devam etmesine neden oldu. Nitekim Büyük Selçuklu sultanlarının en önemli eğlencelerinden biri sürek avları olup, devlete ilk şeklini kazandıran Tuğrul Bey, avcılık teşkilâtını resmi bir kurum haline getirdi. Bu çerçevede avcı birlikleri kuran Tuğrul Bey, askeri amaçlı ordusunu dinamik hale getirmek için sürek avları tertip ettirdi. Ava çok meraklı olan ve av hayvanlarının her şeyini bilmek isteyen Sultan Melikşah ise avcılık konusunda dünyadaki ilk bilimsel kitap olan Şikâr-name (Avcılığın Usul ve Esasları) yi yazdırdı. Yine av etine oldukça meraklı olan Selçuklu padişahlarının av dönüşlerinde avladıkları hayvan ve kuşlardan oluşan içkili ziyafet verdikleri bilinmektedir Büyük Selçuklulardan sonra av faaliyetleri Anadolu Selçuklu ve Memluklüler gibi diğer Türk- İslam devletlerinde uygulandı. Yine Türk-İslam devletlerinde avcılığın önemli bir faaliyet olarak gelişmesinde dinî bir boyut kazanmasının da etkisi vardır. Nitekim Kuran-ı Kerim’de geçen “Ey Müminler!. Eğer gerçekten Allah’a tapıyorsanız, O’nun verdikleri rızıkların temiz ve helalinden yiyip O’na şükredin” gibi ayetlerin varlığı avcılık faaliyetlerine dini bir dayanak kazandırmıştır. Avcılık ile ilgili ilk yasal düzenleme ise Moğol Sultanı Cengiz Han tarafından yapılmıştır. Cengiz Han’ın “savaşın okulu” adını verdiği av faaliyetleri, yapılış şekilleri ve kuralları yasalar ile belirlenmiştir.
Bu şekilde Osmanlı Devleti’nden önce Türk-İslam devletlerinde dinî, hukukî ve siyasî dayanakları oluşturulan avcılık faaliyetleri en teşkilatlı halini Osmanlılar döneminde yaşadı.  Osmanlı Devleti’ne av kültürü Türkistan’dan intikal etmiş olup, Osmanlılar bu kültürü geliştirmek suretiyle köklü kurumlar inşa ederek, organize av faaliyetleri düzenlemişlerdir. Nitekim Osmanlı devlet teşkilatında avcılık resmi bir kurum haline gelerek, ordu içinde “Avcı Birlikleri” oluşturulmuştur.


Osmanlılar döneminde avcılık geçim kaynağı olmayıp, halk için ek gıda, devlet adamları için hem eğlence hem de askerlerin eğitimi ile sevk ve idaresi için kullanılan bir araçtır. Yine Osmanlı padişahları yönettikleri halkın durumunu yakından görmek amacıyla da av seferleri düzenlerlerdi. Nitekim Osmanlı kaynaklarında eğlence amacına yönelik “tariki’s-sayd veş’şikar meks ü aman iderek” ifadelerine oldukça sık rastlanır.
Osmanlı tarihinde padişahların ve şehzadelerin av seferleri düzenlemesi devletin kuruluş yıllarına kadar gitmektedir. Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa’nın bir av sırasında avın peşinde giderken atının tökezlemesi nedeniyle düşerek öldüğü bilinmektedir Yine Sultan I. Murad, Yıldırım Bayezid, Çelebi Sultan Mehmet gibi ilk dönem padişahlarının çeşitli av bölgelerinde minyatürleri bulunmaktadır. Ayrıca Sultan II. Murad ve Fatih Sultan Mehmed’in av faaliyetlerine çok meraklı oldukları ve haftalar süren teşkilatlı av gezileri yaptıkları bilinmektedir. Yine Osmanlı sarayında oluşturulan ilk av kuruluşunun başlangıç tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte Fatih Sultan Mehmed döneminde 1462 yılındadır. Osmanlı Devleti’nde Selçuklular kadar olmasa da av hayvanlarının yendiğine dair ifadeler yer almaktadır. Nitekim Fatih Sultan Mehmed’in oğulları için yaptırdığı sünnet düğününde kaz ve ördek pişirildiği bilinmektedir. Bu şekilde eldeki verilere göre devletin kuruluşundan itibaren Sultan II. Mustafa (1695-1703)’ya kadar bütün Osmanlı padişahlarının av faaliyetleri tertip ettiklerini göstermektedir. Ancak Osmanlı’da av seferlerinin zirve noktası IV. Mehmed dönemi olup bu durum padişahın “Avcı” lakabıyla anılmasına neden olmuştur. IV. Mehmed dışında hiçbir padişahının av yapmayı sevmekle beraber, avlanmayı aşırı bir alışkanlık haline getirmemiş olup, yeri ve zamanı geldiğinde özellikle belli amaçlar dâhilinde avlanmışlardır.
Osmanlı’da Avcılık Faaliyetleri Nasıl ve Niçin Yapılırdı?
Osmanlı padişahlarının avcılıktan hoşlandıkları, bu konuda yazılan kitapları okudukları ve hatta yazılmasını da teşvik ettikleri bilinmektedir. Osmanlılarda av, kadim Oğuz geleneğine göre yapılıyordu. Osmanlı Devleti’nde bizzat avcılık ile uğraşan ve ava meraklı şehzade ve padişahlar şunlardır: Süleyman Paşa, I.Murad, I. Ahmed, II. Osman, IV. Murad, I. İbrahim, IV. Mehmed, II. Ahmed ve II. Mustafa. Görüldüğü üzere Osmanlı Devleti’nde pek çok padişah av ile meşgul olmuştur. Ancak Sultan II. Mustafa’dan sonraki padişahlar av faaliyetlerini terk etmişlerdir. Bu durumun temel sebebi: Sultan II. Mustafa’nın babası IV. Mehmed gibi çok fazla avcılık ile meşgul olarak devlet işlerini aksatması dolayısıyla tahttan indirilmiş olmasıdır. Peki, Osmanlı Devleti’nde padişahların çok önem verdikleri bu avcılık faaliyetleri nasıl yapılırdı? Bu faaliyetler sadece eğlenme ve güzel zaman geçirmeye yönelik faaliyetler midir?
Osmanlı Devleti’nde avcılık faaliyetleri sadece eğlenmeye yönelik bir faaliyet olarak görülmemiştir. Osmanlı padişahları kendilerinden önceki Selçuklu, Gazneli, Karahanlı ve Moğol hükümdarları gibi avcılığı savaşa hazırlanmanın yollarından biri olarak kabul etmişlerdir. Ayrıca padişahların av faaliyetleri sırasında halk ile münasebet kurdukları ve halkın istek ve şikâyetlerini dinleyerek bilgi edindikleri bilinmektedir. Osmanlı Devleti’nde av faaliyetleri daha ziyade Istıranca, Kâğıthane, Üsküdar, Sarıyer, Bahçeköy, Belgrad köyü, Terkos gölü çevresi, Alemdar ormanları, Silivri ve Çatalca bölgelerinde yapılırdı. Bu av bölgeleri sadece padişahların avlanması için ayrılmış bölgeler olup, “şikargah-ı selatin” olarak geçerdi. Bunlardan ilki Yıldırım Bayezid döneminde kullanılan Yenişehir ve İznik arasında yapılırken, daha sonra Sultan I. Murad döneminde Çömlekköy, Kurtkayası ve Kayalıdere korulukları da şikargah-ı selatin haline getirildi. Yine Yanbolu yöresindeki Tavuslu koruluğu ile Akpınar köyü çevresi olup, IV. Mehmed’in burada bir av köşkü yaptırdığı bilinmektedir.



 Osmanlı kaynaklarında iki çeşit av faaliyetinden bahsedilmektedir.  Bunlardan birincisi kuşların dışındaki hayvanları avlamak için yapılan sürgün veya sürek avı, diğeri ise yırtıcı kuşları avlamak için yapılan kuş avlarıdır. Sürek avları uzun süreli avcılık faaliyetleri olup, askerlerin gerek beden, gerekse manevra kabiliyetlerini geliştirmeyi amaçlayan av türüdür. Yine Osmanlı padişahları bu tür av faaliyetleri aracılığıyla sancaklardaki şehzadelerin durum ve kabiliyetlerini görmeyi amaçlamışlar ve çoğu zaman şehzadeleri de av faaliyetlerine dâhil etmişlerdir. Osmanlı Devleti’nde bu tür avlar daha ziyade teşrifat kurallarına uygun şekilde törenler dâhilinde yapılırdı. Bununla ilgili padişah tarafından av isteği silahtar ağa aracılığıyla şikâr ağalarına, Enderun halkına, doğancıbaşıya, bostancıbaşıya ve sadrazama bildirilerek hazırlıklara geçilirdi. Bu tür avlar için gerekli tedbirlerin alınması ve hazırlıkların eksiksiz yapılması oldukça önemlidir. Nitekim padişahın bizzat katılacağı bu tür faaliyetlerde hata ve kusurlar pahalıya mal olabiliyordu. Yapılan hazırlıklarda öncelikle hangi av yerlerine, hangi yoldan gidileceği ve dönüleceği ile yol üzerindeki av ve sürgün yerlerinin tespiti yapılırdı. Ardından yollarda nerelerde konaklanacağı ve bu konakların hangilerinde istirahat ve yemek yenileceği, padişahın hangi şehir ve kasabada kalacağı gibi konular belirlenirdi. Yine Enderun, Birun ve Yeniçerilerden ne kadar personelin gideceği, şehzadeler, valide sultan ve hasekilerin gidip gitmeyeceği sadrazam ve vezirlerin katılıp katılmayacağı nerelerde kaç günlük zahire depolanacağı ve padişaha kimin kaymakamlık yapacağı gibi konular önceden belirlenerek, buna göre hazırlıklar yapılırdı. Görüldüğü üzere av organizasyonları büyük ve kapsamlı bir hazırlık ve alt yapı gerektiren faaliyetlerdir. Tabi bütün bu hazırlıkların yapılması devlet hazinesinden büyük miktarda paralar gerektirmekte ve önemli harcamalar yapılmaktadır. Bununla ilgili sefer organizasyonlarında olduğu gibi Nüzul Eminleri tarafından yapılmakta ve av için ihtiyaç duyulan maddeler satın alınarak, etraftaki yakın ambarlara ücret karşılığında depolanırdı. Örneğin Sultan kaynaklarda II. Mustafa’nın av işini sürekli hale getirdiği ve bunun için hazineden yüklü miktarda para harcamaya devam ettiği ve bu çerçevede avlanma için hazineden 15.000 kuruş çıkartılarak Matbah Emini Ahmed Efendi’ye verdirdiğini belirtmektedir. Yine devamında padişahın Edirne’de bulunan Han ve Kocaköy’deki av eğlenceleri sırasında çeşitli satın alımlar için hazineden 1.920 kuruş para harcandığı ifade edilmektedir.
Sürgün avlarında avcılar tarafından bir kuşatma çemberi oluşturularak, toplama yerine doğru av hayvanları ürkütülmeden yavaş yavaş daraltılırdı. Ardından avlanacak hayvanlar kalın iplerle örülmüş ağlar ile çevrili bulunan toplama yerine getirilerek, padişah ve diğer devlet erkânı tarafından ok atılarak avlanırdı. Bu tür av faaliyetleri daha çok av alanları geniş olan ve av hayvanları açısından zengin olan Edirne ve Rumeli taraflarında yapılırdı. Yine padişahların avdan dönüşü de ayrı bir tören dâhilinde icra edilirken, padişah İstanbul’dan av yaparak Edirne’ye geliyorsa sadrazam, diğer devlet erkânı ver halk tarafından İskender köyünde, İstanbul’dan geliyorsa Küçük Çekmece Köyünde karşılanırdı.
 Diğer av türü olan kuş avları ise törensiz yapılan bir av şekli olup, kısa süre için daha az bir personelle yapılırdı. Yine bu törenler saraya yakın bölgelerde, çoğu zaman da “Hadika-i Hassa” denilen bahçelerde icra edilirdi. Kuş avları günübirlik ve kısa süreli olarak yapılırdı. Padişahla birlikte törensiz bir şekilde günü birlik ava çıkan avcılara saray mutfağından içerisinde peksimet, peynir ve tavuk gibi yiyeceklerin olduğu yiyecekler çıkardı.



 Osmanlı Devlet teşkilatında önemli bir kurum haline gelen avcılık faaliyetlerini yürütmek üzere görevli kişiler olup bunlara “av halkı” denilmiştir. Bu “av halkı”nda bulunan görevli sayısı her padişah döneminde değişmekle birlikte, geniş bir sayıda olduğu bilinmektedir. Bu kişiler avlarda kullanılacak olan pars, tazı, zağar ve yırtıcı kuşları eğiterek ava alıştırırlardı. Bunlara yaptıkları işlere göre doğancılar, sekbanlar, çaylak avcıları, akbaba avcıları, atmaca avcıları, zağarcılar, saksoncular ve samsoncular gibi isimler verilmiştir. Yine Osmanlı Devleti’nde av ağaları protokol açısından oldukça yüksek bir konumda olup, bunlar padişah bir yere giderken en yakınında bulunma hakkına sahip olan rikab-ı hümayun ağalarındandır.  Osmanlı devlet teşkilatındaki avcı kuşlarıyla ilgili bu kurumların bir kısmı merkezde bulunurken, bir kısmı taşrada idi. Örneğin çakırcıbaşının idaresi altındaki çakırcılar, şahincibaşının idaresindeki şahinciler ve atmacacılar merkezde bulunurlar ve kendilerine ulufe verilirdi. Taşrada bulunan avcı kuşları yetiştiricileri ise tımarlı olup, hizmetlerine karşılık kendilerinden avarız-ı divaniyye ve tekâlif-i örfiyye gibi vergiler alınmazdı.
Ayrıca Osmanlı’da avcılık ile ilgili görevlilerin hemen hemen tüm ülkeye yayılması da diğer Türk devletlerinden farklı bir uygulamadır. Nitekim Türk devletlerinin birçoğunda avcılık ile ilgilenen personel daima merkezde hükümdarın çevresinde bulunurdu. Ancak Osmanlılar, bu personele tüm ülkeye yaymak suretiyle bir anlamda vahşi hayvanları ve doğal çevrenin korunması faaliyetlerini de yürütmüşlerdir. Bu şekilde kuruluşundan itibaren giderek daha sistemli bir şekilde kurumsallaşan avcı kuşu yetiştiriciliği, özellikle IV. Mehmed’ten sonra giderek azalmıştır. Bu durumun temel nedenleri şehzadelerin sancaklara gönderilmeyerek, eğitimlerinin sarayda yapılması, ateşli silahların yaygınlaşması ve avlarda kullanılmasıdır. Öyle ki IV. Mehmed’ten sonra ava giden tek Osmanlı padişahı oğlu Sultan II. Mustafa olup, ondan sonraki Osmanlı padişahları av faaliyetlerini terk etmişlerdir. Bu durum teşkilata bağlı görevlilerin fonksiyonunu azaltırken, XIX. yüzyılda Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra avcı kuşu yetiştiriciliği teşkilatı da ortadan kaldırılmıştır. 1839 yılında başlayan Tanzimat hareketi ile birlikte saraydaki bütün avcı teşkilatlarına son verilmiştir.
Sonuç olarak Osmanlı Devleti kendinden önceki Türk-İslam devletleri gibi avcılık faaliyetlerine önem vermiş ve bu faaliyetleri daha teşkilatlı bir hale getirmişlerdir. Bu durum kuruluştan itibaren Osmanlı padişahlarının ava meraklı yapılarından kaynaklanmaktadır. Yine Türk kültüründen gelen geleneğin ve İslami anlayışın etkisi de avcılık faaliyetlerinin gelişimine olumlu yönde etkilemiştir. Bu çerçevede Osmanlı Devleti’nde avcılık faaliyetleri avcı birlikleri ve av halkı gibi kurumsallaşan bir teşkilat yapısı kazanmıştır.  Bu yönüyle Osmanlı Devleti’nde icra edilen av seferlerinin basit faaliyetler olarak değil, her türlü kurumu ve görevlisi olan ve yine büyük masraflar gerektiren organize işlerdir. Osmanlı padişahlarının av merakı her ne kadar eğlence amacına yönelik olarak geçen “tarıkı’s-say ve’s-şikâr meks ü ârâm iderek”, ifadelerine uygun olsa da aynı zamanda askerî ve idarî amaçlar taşıyan faaliyetler olup, adı konmamış askerî tatbikatlardır. Nitekim avcılık adı altında yapılan faaliyetlerde nişancılık talimi yapıldığı, av takip etme yoluyla da atlı spor yapma imkânı ortaya çıkmaktadır. Yine Osmanlı’daki av faaliyetleri av hayvanları ve avlakların devlet eliyle korunmasını, dolayısıyla orman ve çevrenin de korunmasını sağlamıştır.

Kaynakça
Alaaddin Ceylan, “Sultan IV. Mehmed’in Avcılığı”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, Sayı: 111, İstanbul 1996, s. 57-58.
Anonim Osmanlı Tarihi (1099-1116/1688-1704), (Yay. Abdülkadir Özcan), Ankara 2000.
Defterdar Sarı Mehmed Paşa, Zübde-i Vekayiât Tahlil ve Metin (1066-1116/1656-1704), (Haz.Abdülkadir Özcan), Ankara 1995.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilatı, Ankara 1988.
Abdülkadir Özcan, “Mustafa II”, DİA. XXXI, İstanbul, s.275-280.
Cengiz Orhonlu, “Mustafa II”, İA. C. VIII, İstanbul 1965, s.695-700.
Abdülkadir Özcan, “Mehmed IV”, DİA, C. 28, İstanbul 2003, s. 414-418.
Raşid Mehmed Efendi-Çelebizâde İsmail Asım Efendi, Târîh-i Râşid ve Zeyli, (Hazırlayanlar: Abdülkadir Özcan-Yunus Uğur-Baki Çakır-Ahmet Zeki, İzgüer), C. I, İstanbul 2013.
Mustafa Alkan-Ferdi Gökbuğa, “XVI. Yüzyılda Osmanlı Devleti’nde Av Teşkilatının Silistre Sancağındaki Yapılanması”, Akademik Bakış, Cilt 9, Sayı 17, Kış 2015, s. 23-39.
Şenol Çelik, “Osmanlı Padişahlarının Av Geleneğinde Edirne’nin Yeri ve Edirne Kazasındaki Av Alanları (Hassa Şikâr-Gâhı)”, XII. Türk Tarih Kongresi, Kongreye Sunulan Bildiriler, C. III/ II. Kısım, Ankara 2002, s. 1-15.
Özbay Güven-Gülten Hergüner,“Türk Kültüründe Avcılığın Temel Dayanakları”, PAÜ. Eğitim Fakültesi Dergisi, Sayı: 5, 1999, s. 32-49.
Ahmet Işık, “Avcı”,  DİA. C. 4, İstanbul 1991, s. 113-115.
Priscilla Mary Işın, “Osmanlı Mutfağında Av Etleri”, Acta Turcıca Çevrimiçi Tematik Türkoloji Dergisi, Yıl 1, Sayı: 1, Ocak 2009, s. 450-456.
Mustafa Nuri Türkmen, “Osmanlı’da Av Seferleri”, Acta Turcıca Çevrimiçi Tematik Türkoloji Dergisi,  Yıl 1, Sayı: 1, Ocak 2009, s. 22-32.
Özbay Güven, Türklerde Spor Kültürü, Ankara 1999.
Abdülkadir Özcan, “Sekban”, DİA. C. XXXVI, İstanbul 2009, s. 326-328.
Mustafa Nuri Türkmen, Osmanlı’da Av Kültürü, İstanbul 2013.
Yazar Hakkında
Uğur KURTARAN
  • ugurkurtaran@gmail.com
Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi'nde Doçent olan Uğur Kurtaran Osmanlı Yakınçağ dönemi üzerine çalışmaktadır.



TÜRKLER’DE AVCILIK


                                   TÜRKLER’DE AVCILIK

 Eski Türkler göçebe bir toplum olarak zaten gündelik hayatta kendi evcil hayvanlarıyla
hemdem olan insanlardı. Av hayvanları da onları ilâve besin kaynağı olarak ilgilendiriyordu.
Bunun yanında avcılık silâhların denendiği ve silâhşorluğun uygulama alanı bulduğu bir faaliyet
anlamında belki daha da önemli bir işlev kazanıyordu. Avcılıkta maharet ortaya koymak bir
kendini ispatlama yoluydu. Bu noktada eski Türkler’in cengâverlik vesilesiyle avcılıkla
alâkaları gayet tabiî bir süreç anlamına gelir.



Honigman’ın (1972: 125) kaydettiği gibi, antropolog Ruth Benedict’in insan
toplumlarında kültürleri belli başlı ayırt edici psikolojik eğilimler yoluyla ifade etmiştir. Bu
bağlamda Dionisyan ve Apollonian ayrımına parmak basmıştır. Birinci tasnif var oluşun
alışılagelmiş hudutlarını zorlayan, ikinci tasnif ise travmatik psikolojik değişikliklerden kaçınan
ve sıradan gidişatı benimseyen yaklaşımı temsil eder. Birinci kültürde kendi kendisine yeter
adam makbul kişilik tipidir ve savaşta veya avda inisiyatif göstermek bir onur kazanma
vesilesidir.


Eski Türkler’de avcılık, gençlerin de erkekler kervanına kabûl ediliş yolunda
başarmaları gereken imtihan şekillerinden birini teşkil etmekteydi. Yani bir tekris (erginleme)
ritüeli olarak da ortaya çıkıyordu.



             

                           Yabancı Kaynaklarda Türk Avcılığı


G. Lewis (1968: 8, 9), Türk Tarihi ile ilgili kitabında şöyle yazıyor: Türkistan’daki
adamın nasıl biri olduğunu anlamak için Çinli şair Li Tai Po’ya kulak vermek yeter: O,
bataklığın ve steplerin adamıdır. Hayatında bir kitap açmasa da iyi avlanmayı bilir. Cesur ve
çeviktir. Sonbaharda atı semizdir çünkü bozkırın çimeni ata yarar. Dörtnala kalktığında atın
üstünde mağrurdur, görkemlidir! Kamçısı ıslıkla karları döver ya da yaldızlı kınında dinlenir.
Bolca içtiği içkisiyle [kımız demek istiyor] canlanıp şahinini çağırarak uzaklara yönelir. Güçlü
kolları yayı gerdiğinde vızıldayan okları kuşları bir bir havadan yere indirir. Herkes ona yol açar
çünkü yiğitliği ve savaşçı mizacı Gobi havzasında herkesçe iyi bilinir.
 


 Cengiz Han’ın Türk-Moğol bileşimi imparatorluğunda da avcılığın ayrı bir yeri
olduğunu görürüz. Cengiz Han avcılık faaliyetini, askeri savaşı hazırlayan bir nevi manevra
olarak ele alınmıştır: [Cengiz yasasına göre] savaşçıları talim ettirmek için her kış büyük bir av
düzenlenecektir. Bu nedenle imparatorluğun tüm halkına, Mart ayından Ekim ayına kadar geyik,
tavşan, karaca, keçi ve yabanî eşek avlamak yasaklanmıştır (Lamb 1992: 180).



                      Türkî Atasözlerinde Avcılık İzleri


Öz’ün (2000: 128, 132, 138, 139, 141, 144, 147) naklettiği Özbek atasözleri
içinde avcılık ve av hayvanlarıyla ilgili bir çok örnekler (1) bulabiliriz:
- Aç domuzdan domuz da kaçsın (Åç tonγızdän qåç tonγız).
- Zenginin kedisi tavşan avlar (Båyniñ müşügi quyån åvlär) [Buradaki fikre paralel bir
Özbek atasözü de “ köpek bile fakiri ısırır” (eski çåpånni it qåpär) şeklindedir].


- Bıldırcının yuvası yok, / Nereye giderse öter [“her yer bu göçmen kuşa yuvadır”
anlamı verir]. (Bedänäniñ üyi yoq, / Qaygä bårsä pitpildik).
- Bir kesekle [sertleştirilmiş toprak yumağı] iki serçe vurulmaz (Bir kesäk bilän ikki
çumçuqni urib bolmäs).
- Boynundan bağlanan köpek ava yaramaz ( Boynidän båγlängän it åvgä yärämäs).
- Etin iyisi kazdır, / Köpeğin iyisi tazıdır ( Etniñ yaxşisi qazi, / İtniñ yaxşisi tåzi).
- Filin ölümü dişi yüzündendir ( Filniñ ölimigä tişi säbäb).
- Her yerin tilkisini kendi tazısıyla avla! ( Här yerniñ tülkisini öz tåzisi bilän åvlä!).
- Acele etmeyen kağnılı, tavşana yetişir (Qıstänmägän aråbäli, guyångeä yetär).
- Ördek ördekle, kaz kazla uçar ( Ördäk ördäk bilän uçär, / Γåz gaz bilän uçär).
- Ördeğin olmadığı yerde su çulluğu kağandır (Ördäk yoq köldä låyxoräk xån).
- Örümcek gibi örmeyi, bıldırcın gibi koşmayı bil! (Örgimçäkdäk örmälä, / Bedänädäk
yorγalä!

Keza Doğan’ın (208, 210, 224, 225, 226, 233) bir makalesinde sıraladığı Kırgız
atasözleri içinde de av ve avcılık teması eksik değildirler:
- Ölmüş kaplandan canlı sıçan yeğdir! ( Ölgön colborston tirüü çıçkan artık!).
- Halkını özlemeyen yiğit olmaz,/ Yerini özlemeyen hayvan olmaz ( Elin sagınbas er
bolbos,/ Cerin sagınbas mal bolbos).
- Serçe semirip batman [2-8 okka arası bir Türk ağırlık birimi] çekmez (Çımçık semirip
batmanga tolbot).
- Börü etekten, coo cakadan alganda ( Kurt eteğe, düşman yakaya sarılır).
- Kuş kanadıyla uçar, kuyruğuyla konar ( Kuş kanatı menen uçat, kuyruğu menen
konot).
- Çok koşan [hiç saklanmayan] tilki bir gün yakayı ele verir ( Köp coylogon kuu tülkü,
kolgo tüşpöy, koyucu emes )


                   

                                             Zalim Avcı” Motifi



Buna rağmen avcının cana kıyması aynı zamanda Türk folklorunda bir yandan
nice tenkitlere de uğramıştır. Küçükken annem bana bir kitaptan bir avcı masalı
okumuştu. Bir kuş yuvasındaki yavrular akşama kadar acı acı ötüşerek analarını
bekliyorlardı ama o gelmiyordu. Kitapta yuvadaki yavruların resimleri de vardı. Yazar
bir aralık yavrulara doğrudan sesleniyor, “işte böyle yavru kuşlar; bari sokulun
birbirinize daha yakın!” diye teselli veriyordu çünkü ana kuş şimdi bir avcının
torbasındaydı. Bu acıklı masal beni bir süre çok etkilemişti.
“Avcı vurmuş hey balam, yaralıyam [yaralıyım]” diyen Azerî ceylân
türküsünde; “şu dağlara avcu daldı / o güzel ceylânı aldı / ben yanarım ceylânıma /
yavruları öksüz kaldı” diyen kara gözlü ceylân türküsünde de “gezme ceylân bu
dağlarda seni avlarlar / anadan, babadan, yârdan ayrı koyarlar” diyen türküde de benzer
bir tema işlenmiştir. “Zalim avcı” fazlaca işitilen bir sıfat tamlamasıdır.
Anonim bir Türk halk masalı (2) bir zalim keklik avcısı konusunu işler. Masalın
sonunda avcı zalimliğinin bedelini acı şekilde öder: Eskiden ,açlığın ve kıtlığın kol
 
gezdiği bir seferberlik zamanında, bir ihtiyar babayla küçücük bir kızı varmış. Annesi
yavrucuğunu doğururken terk-i dünya eylemiş. Müşfik baba bebeciğine hem anne hem
baba olmuş. Bebeciği açlıktan “ıngaa”yı çekip ağladığında o zavallı baba, o fukara
baba; göz yaşlarını bir şişeye doldurup konu komşudan devşirdiği bir tutam unla
karıştırıp öksüz yavrusunu avutmuş…(o zaman insanlar aç bîlâç ama haysiyetleriyle
yaşarlarmış).
Günler günleri kovalamış (kızı serpilip büyümüş). Buğday gibi sapsarı
saçlarıyla; kıpkırmızı elma yanaklarıyla; zeytin gözleriyle; kınalı elleri, keklik
ayaklarıyla nar tanesi, nur tanesi, babacığının bir tanesi olmuş. Müşfik baba, “kızım
gelinlik çağına geldi; daha bir dirhem et yediremedim; bari gidip bir keklik vurayım da
karnı doymasa bile hiç olmazsa etin tadını bilir” diye, tüfeğini kaptığı gibi vurmuş
kendini dağ yollarına! Fakir baba bir keklik bulma sevdası yüzünden, zavallı kızını bir
göz odanın içersinde unutuvermiş. Dağın zirvesinde ara ki keklik bulasın! Tam
umudunu kesmişken bir seki dibinden [keklik ötüşü taklidi] kekliğin sesini duyuvermiş.
Yorgun baba birden canlanmış. Gözlerinin feri gelmiş. Omuzları dikleşmiş. “İşte güzel
kekliğim” diye zavallı hayvanın peşine düşmüş. Avcı kovalamış av kaçmış; avcı
kovalamış av kaçmış. Nihayet bir çalı dibinde kıstırmış; tüfeğini doğrulttuğu gibi
tetiğine basmış. Dağın zirvesinde tüfeğin sesi yankılanmış.
Avcı baba karların üzerine akan karları görünce yavrusu için sevinmiş. Oraya
doğru seğirtmiş. Bir de ne görsün! Vurduğu; kovaladığı keklik değil de onun daha yeni
doğmuş [yumurtadan yeni çıkmış], tüyleri yeni çıkmış, ağzında anasının verdiği bir
tutam otla cansız yatan yavrusu değil miymiş! Baba bu işe üzülmüş hatâ yaptığını
anlamış. Kekliği oracığa gömmüş. Soluk soluğa günlerce gecelerce koşmuş. Evinin
kapısına gelmiş; “yavrum, evlâdım, aç kapıyı” demiş. İçerden ses gelmemiş. Zavallı
baba kapıyı kırıp içeri girdiğinde bir de görmüş ki dünyalar güzeli kızı yatağının
üzerinde; elinde babacığının fotoğrafı [resmi], göz pınarlarında birer damla yaş,
melekler gibi ruhunu teslim etmiş; cansız yatıyor. “Vay benim kekliğim! Vay benim
güzel evlâdım! Vay benim kanatlandırıp uçuramadığım! Vay benim cânım! Vay benim
yavrum!” diye ağlamağa başlamış.
Yaygın Av Hayvanı Motifleri
Halk edebiyatına indiğimizde bazı av hayvanlarının diğerlerinden ayrı ve özel birer
mevzu oluşturduklarını görmek mümkündür. Bunlardan birisi ceylândır. Bir başka adı
cerendir. Bu güzel gözlü memeli, birçok şaire dişil güzelliği betimlemede esin kaynağı
olmuştur. Bir türküde “şu cerenin sulakların gezmeli / kalem alıp kaşın gözün yazmalı”
dizelerini buluruz. Yine bir Kars ürküsünde sevgili kız “ağlama ceyran balası [ceylân
yavrusu] / sızlama ceyran balası / gider sözün karası” diye teselli edilmektedir.
Keklik de çok işlenen bir konudur. Aşağıdan gelen hanım oynasın / keklik kebabını
yiyen doymasın”; “ağlarım ben kekliğime oy oy!” diyen türkü; “kekliği düz ovada avlarlar /
kanadını kanadına bağlarlar” diyen ünlü Silifke oyun havası; “kekliğim seker gelir / tüyüne
döker gelir / hakikatli yâr olsa / dağları söker gelir” diyen Kayseri türküsü; “iki keklik bir

kayada ötüyor / ötme de keklik derdim bana yetiyor” diyen Balıkesir türküsü Türk insanının
kolektif belleğine nakşolmuş güfte ve nağmelerdir.
Turna, allı turna, telli turna da öyledir. “allı turnam, bizim ele varırsan / şeker söyle,
kaymak söyle, bal söyle” veya “turnalar uçun, yaylâdan geçin, yârimi seçin, turnalar!” veya “bir
çift turna gördüm durur dağlarda / seversen Mevlâ’yı kalma yollarda! / sizi bekleyen var bizim
ellerde / bizim ele doğru gidin turnalar” veya “telli turnam sökün gelir / inci mercan yükün gelir
/ elvan elvan kokun gelir / yâr oturmuş yele karşı” veya “turnam, kalk gidelim bize / tahammül
kalmadı naza! / hasretliğin yıllar sürdü / hangi suçuma bu ceza oyy?” gibi türkü sözleri Türk
toplumunda turna motiflerine örneklerdir.
Ördek ve güvercin de türkülere geçmiştir.“Yeşil ördek gibi daldım göllere / sen
düşürdün beni gurbet illere” bir türkünün, “evlerinin önü bakla / güvercinler döner takla” bir
diğer türkünün güftesidir.
Tilki kurnazdır, hınzırdır. Kümeslerin düşmanıdır. Bu şöhreti yüzünden de genelde
avcılardan hiç merhamet celp etmez. Avcı, bir mantığa büründürme (rasyonalizasyon)
psikolojik savunmasıyla, kendisini, tilki gibi bir varlığı imha etmekte çok haklı bulur. Tavşan
sevimlidir ve art ayaklarının uzunluğu sayesinde tepelere kolayca tırmanır. Bu itibarla da
tavşanın “ben yokuş aşağı inerken avcı etimi yesin, yokuş yukarı çıkarken ise b…kumu yesin”
dediği rivayet olunur.
 

                                             Geyiğin Özel Konumu  

Öte yanan geyik de Türk folklorunda önemli yer tutan bir av hayvanı olmakla
beraber, geyik avına iyi gözle bakılmadığı da bilinmektedir; zira geyiklere bir nevi
kutsiyet atfedilmiş gibidir. Ziya Gökalp bir didaktik şiirinde “çocuktum ufacıktım / top
oynadım acıktım. / buldum yerde bir erik / kaptı bir alageyik” dizelerini kaleme alırken
serüvene vesile olacak hayvanı bir geyik olarak seçmiştir.
 

 Öztelli’nin (basım tarihi verilmeyen ama 1970’lerde basıldığı kaynakçadaki en
ileri tarihlerden anlaşılan) türküler külliyatında çoban ve doğa türküleri kapsamında
alınmış bir örnekte tövbekâr bir avcının yaktığı bir geyik türküsüne rastlıyoruz: “Biz de
gittik bir geyiğin avına / aldı geyik bizi kendi tavına [tuzağına] / tövbeler tövbesi geyik
avına! ağla bülbül, dağlar senin yâr benim / geyik ile uğraşamam, can benim”. (Son iki
mısra nakarat olarak türkü boyunca tekrarlanıyor) (Öztelli w.date s.318)



Öztelli aynı derleme eserde (s. 324) Âşık Kerem halk masalında geçen bir geyik
türküsüne de yer veriyor. Yolculuk sırasında Kerem, bir dağda yaralı dişi geyiği
görünce sazı alıp kâh avcıya kâh geyiğe seslenerek bir türkü yakmış: “Ne pek düştün şu
geyiğin izine / kurşun değmiş, al kan saçar dizine / mor sinekler konmuş ala gözüne /
kaç kuzulu [yavrulu] geyik kaç, avcı geldi! / şurada bir geyik ağlar iniler / geyiğin derdi
yaram yeniler / kanlı olur avcıların tazısı / kara imiş yavruların yazısı / meme mi isten
hay ananın kuzusu / kaç kuzulu geyik kaç, avcı geldi / şurada bir geyik ağlar iniler /
geyiğin derdi yaram yeniler”.
 

 Menkıbeye göre Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemi ulu kişilerinden önemli bir
tanesi de (türbesi Bursa’da günümüzde de ziyaret alan) ünlü Geyikli baba’dır: “[O]
 diğer dervişlerden ayrık dururdu ve dağda geyikçiklerle yürürdü. Korkut Alp ânı pek
severdi. Korkut Alp kocamıştı ve Orhan Gazi’ye bir âdem gönderdi kim ‘benim
köylerim yanında bir nice derviş geldi oturur; ol dervişlerin aralarında bir derviş vardır;
dağda geyikçiklerle gezer ve mübarek kişidir” dedi. Bir nice günden sonra bir kavak
ağacını derviş kopardı; omzuna alıp götürüp Bursa’nın hisarına geldi ve padişahın
konağına girdi. Dış kapının iç yanına ol kavağı dikmeğe başladı. Sultana haber verdiler:
“Ol derviş geldi; bir kavak ağacı getirdi; kapıda dikiyor. Orhan Gazi çıktı; gördü kim
derviş ağacı dikmiş. Ve dahi Orhan’a sormadan dikmiş. Ve padişaha etti [dedi]:
‘Teberrükümüz [uğurlu, kutlu sayma] oldukça dervişlerin duası sana ve nesline
makbûldür’ ” (Âşık Paşazâde’nin Tevarih-i Âli Osman adlı eserine atıfla kaydeden
Tanyol, 2007: 44-45)

            Erdoğan Tünaş’ın senaryosuna dayanarak Süreyya Duru’nun yönetmenliğinde
çevrilen 1969 tarihli Alageyik adlı sinema eserinde geyik avcısı köy genci Halil (Cüneyt
Arkın) ile köyün güzeli Zeynep (Mine Mutlu) arasındaki aşkın arka fonunda Halil’in
geyik avı sevdası ağırlıklı yer tutar. Kişilerin ağızlarından dökülen “susuz tarla, sütsüz
bebek ve avsız adam” benzetmeleriyle avcılığın bir tutku olduğu vurgulanır. Halil’i
tuzağa çekmek isteyen hasmı Karaca Ali (Bilâl İnci) onu bir hileyle gerdek gecesinde(!)
yine av peşine sevk eder. Ağanın boruyla alageyik sesi çıkartan adamı vasıtasıyla Halil
son defa ava çıkar; dayanamaz. Bilge yaşlı kadın Sultan Ana’nın (Aliye Rona) deyişiyle
“deli oğlanın av sevdası” böyle bir şeydir. Cömert Halil köyü defalarca geyik etine
doyurmuştur. Sultan Ana Halil ile bir konuşmasında ona şöyle seslenmişti: “Geyik
avlayan iflâh olmaz; uğursuzluktur, oğul!”



ikinci Meşrutiyet öncesinde İttihat ve Terakki’ci Enver Bey’in (sonradan Enver
Paşa) arkadaşı, Kolağası (önyüzbaşı) Resneli Niyazi Bey’in evcilleştirdiği bir geyiği
vardı. Adını “Hürriyet” koymuştu. Zaten dönemin ünlü sloganı da “Hürriyet, Adalet,
Müsavat [eşitlik] idi. Bir başka slogan da “Yaşasın Niyazi’ler, Enver’ler” idi. Niyazi
Bey’in geyiğiyle birlikte resimleri bazı kartpostallara basılmıştı. Resneli Niyazi’nin
karizma inşası ve popüler çıkışı sürecinde bu maskot geyiğin mutlaka önemli yeri
olmuştur. (Belki en dürüst ve tok gözlü İttihatçı oydu. Payitaht-İstanbul’a gitmek yerine
hep Makedonya’da kaldı. Genç yaşında bir suikasta kurban gidecekti).

                                        Avcılıkta Osmanlı Dönemi


Bizzat hükümdarın devlet işlerinden bunaldığında gerilimlerinden avcılık uğraşısı
sayesinde kurtulduğu bir gerçek ise de Türk devletlerinde avcılık herkese açıktı. Oysa Ortaçağ
Avrupası’nda av sadece kralın bir meşguliyeti idi ve hattâ asiller bile onun izni çerçevesinde
ancak belli hayvanları avlama iznine sahiptiler. Köylüler için ise av kesinlikle yasaktı ve ağır
cezaları mucip idi. Osmanlı sultanlarının da maiyetleriyle beraber av sporu yaptıklarını
biliyoruz; hattâ av esnasında dinlenmeye yarayan bazı şirin av köşklerinin günümüze ulaştığını
görüyoruz. Koşuyolu’nda Vâlidebağ Öğretmenler Huzurevi yanındaki tarihî küçük köşk
bunlardan birisidir ve etrafı bugün dahi bütün seyrelmişliğine rağmen yeşillik / koruluk bir
alandır.
 

 Selim İleri’nin bir ekran sohbetinde (Eylül 2008, TRT-2, Okudukça Programı) belirttiği
gibi on altıncı asırda Nişancı Feridun Ahmet Paşa bugünkü Emirgân’da bahçeler ve biri av
köşkü olmak üzere konaklar yaptırmıştı. Bir asır sonra IV. Murat Revan seferi dönüşünde
[Revan’ı kendisine savaşsız teslim eden Acem kumandan] Emirgüneoğlu’na koruyu, köşkleri,
bahçeleri armağan edecekti [Semtin adı da buradan gelir]. Emirgân mıntıkasında o dönemde
avın çok bereketli olduğu ortadadır.
TRT’de oynatılan bir Üsküdar belgeselinde belirtildiği üzere Padişah I. Ahmed’in
Üsküdar sırtlarında avlandığı bilinmektedir. Tahta çocukken geçen IV. Mehmet yetişkin yaşına
ulaştığında vakanüvislerce “Avcı Mehmet” diye anılmıştır. Av partilerine fevkalâde meraklı bir
padişahtır. (İkinci Viyana kuşatması 1683 tarihinde bu padişahın emriyle, Merzifonlu Kara
Mustafa Paşa komutasında bir orduyla düzenlenmiştir).
Yarcı’nın (Ocak 2009: 6) kaydettiği gibi Osmanlı döneminde Tanzimat Fermanı’nın
kabûlünden itibaren av ve avcılık hukuku bakımından da bir dönüm noktasına girildi. Buna göre
artık “avlanmak için seçilecek mahaller önceden ilân edilir; ilânnâmelerde yasaklara yer
verilirdi. Özel mülkler, çiftlik ve benzeri araziler, sahibinin izni olmadıkça avlanmak
maksadıyla kullanılamazdı. Meselâ, XIX. yüzyılın ortalarında, İstanbul’da Hatice Hatun’un
çiftliği arazisindeki Saz gölünde avlanmak isteyenlere önceleri izin verilmiş; fakat, göle
gelenlerin sayısı zamanla artınca Hatice hanım kendilerinden şikâyetçi olmuştu”.
Modern Zamanlarda Avcılık Hevesi
Cumhuriyet döneminde ise avcılığa hukuksal yaklaşım iyice ilerleme kaydetti.
1937 senesinde kara Avcılığı Kanunu çıkartıldı. O tarihte av konusunda Ziraat Vekilliği
(Tarım Bakanlığı) yetkili idi. 2003 Tarihli yeni kanuna kadar o kanun yürürlükte kaldı.
Günümüz insanı tarafından avcılık faaliyeti belli birkaç maksat doğrultusunda
yapılabilir. Bu maksatlar bazı hallerde iç içe geçerek birbirlerini tamamlayabilirler.
Meselâ et bulmanın zorlaştığı durumlarda avcılık hobisi birden et gıdasını takviye eden
pratik bir boyut kazanabilir.
Cumhuriyet dönemi avcılarından biri olan ve Prenses Zeyneb Hâlim Hanım’ın
av partilerine de refakat etmiş bulunan Sait Selâhattin Cihanoğlu (3)) anılarında, avcı
dostu Abbas Celâloğlu ile birlikte İskoçya’daki mühimmat fabrikalarını gezmeğe
gittiklerinde nasıl av partilerine katıldıklarını; sansar, ada tavşanı, yaban ördeği, grouse
(Britanya’ya ait tombul civciv palazı görünüşünde benekli bir kuş) vurduklarını ve
İngiliz avcılara kendilerinden bahsettirdiklerini yazar. İkinci Dünya savaşı henüz
sonuçlanmış olup ülkede gıda durumu çok kötüdür: “Kasap dükkânları önünde kuyruk
olmuş, kadınlı erkekli yüzlerce Londralı! Sıralarını bekliyorlar. Eti alanlar alıyor.
Kuyruk sonu kalanlara et kalmıyordu. Kasap ‘et bitti!’ diye bağırdığı zaman, yüzlerinde
hüzün ve ıstırap izleri olan insanların, tek bir kelime söylemeden elleri boş olarak
döndüklerini teessürle görmüşümdür” (Cihanoğlu Aralık 2006: 60). Sait Selâhattin Bey
bu vesileyle avcıların et bulma konusunda ne kadar talihli olduklarını açıkça yazmaz
ama zımnen bunu demeye getirir.
Avcılıkta belli amaçların birbirleriyle örtüşebilmelerine rağmen; gerek öncelikler
ve gerekse inceleme kolaylığı açısından; avcılığın amaçlarını kabaca üç ana tasnife
koyan bir kurgulama uygundur. Bu kaba tasnifleri ise beslenme, boş zamanlar meşgalesi

ve kazanç olarak tanımlayıp öylece ele almak mümkündür. Üçüncüsü olan ve maalesef
yaban hayatını bitirme noktasına getiren maksat bunlar içinde en hayırsız ve yanlış
olanıdır. Türkiye’de bu anlamda av hayvanı katli yapıldığı söylenemez. Aksine bir tutku
olan avcılık masraflı ama müptelâsı için vazgeçilmez bir meşgaledir.
 


                                SONUÇ


Eskiden beri Türkler’in meşgul olduğu avcılık günümüzde de bir spor ve hobi
anlamında Türk toplumunda çok revaçtadır. Erkekliği kışkırtan, yiğitliği yücelten
geleneklerden beslenen ve silâha ― hem de gereğinden çok fazla― kıymet veren Türk
kültürü avcılık için elverişli bir sosyal ortam sunmaktadır. Avcılık, av tüfeği edinmeyi
ve kullanmayı meşrulaştırıp sorunsuz hâle getirmesiyle de diğer sporlardan ayrı bir
câzibe taşır.
Av fişeğinde saçmalar, atom ağırlığı ağır ve ergime derecesi düşük ve
dolayısıyla işlenmesi kolay olan kurşun (lead, Pb) metalinden yapılır. Bazı
araştırmacıların farkına vardıkları üzere, Türkçe’de “kurşun” kelimesinin aynı zamanda
“mermi” anlamında yaygın olarak kullanılması bir tesadüf olmasa gerektir.
NOTLAR
1) Özbekçe’yi doğru telâffuz açısından transkripsiyon açıklaması:
/å/ Yuvarlak söyleyişle meyilli /a/ sesi verir.
/ ä / Açık /e/ sesi verir.
/ γ / Art damaktan /g/ sesi verir.
/x/ Gırtlaktan /h/ sesi verir.
/q/ Art damaktan /k/ sesi verir.
/å/ Yuvarlak söyleyişle meyilli /a/ sesi verir.
/ ñ / Burundan /n/ sesi verir.
2) Masalı, 2000’li yılların ortalarında bir özel televizyon dizisi olarak oynatılan
ve geniş kitlelerce beğenilen “Ekmek Teknesi” adlı yapıtta Hasan Kaçan’ın
canlandırdığı Herodot Cevdet karakteri de dile getirerek belleklerde tâzelemiştir.
Anılan karakter, dizinin her bölümünde mahalle kahvesine gelip ille de bir hikâye, halk
masalı veya tarihten bir yaprak anlatan; bu sunumu da her defasında kendine özgü
mizahî öğelerle bezeyerek renklendiren, mürekkep yalamış bir mahalle sâkinidir. Bir
nev’i modern meddah işlevi görür. Kahvede “âlemin kralı” lâkabıyla anılır; büyük saygı
celp eder. Anlattıkları, içerdiği güldürü unsurlarına rağmen çoğunlukla acıklı ve
düşündürücüdür. Mutlaka ibret vericidir.
Ekmek Teknesi adlı popüler dizide Hasan Kaçan’ın Herodot Cevdet sıfatıyla
büyük bir kültür hizmeti yaptığını teslim etmek gerekir. Mizah çeşnisi içinde olmasına
rağmen bir çok kültür unsuru ancak onun taşıyıcılığı ve aktarıcılığı marifetiyle çok genç
 
 kuşakların dikkatine gelmiştir. Belki “mizah çeşnisine rağmen” diyecek yerde “mizah
çeşnisi sayesinde” desek daha anlamlı bir söz etmiş oluruz. Artık gazetelerde pehlivan
tefrikaları çıkmadığına, kış geceleri mısır patlatan ve masal anlatan haminneler
kalmadığına, köy odalarında okunan Hz. Ali’nin cenklerine dair destanlar basılmadığına
göre; bu gibi motifler; Herodot Cevdet’in anlatısı olmasaydı yeni kuşaklara galiba hiç
ulaşmayacaktı! Sandviçle beslenen, internette gezinen gençlik, kimliğini tanımlayan
kökenlerini iyice unutacaktı. Oysa toplumsal belleğin korunması ve nesillerin
birbirlerine eklemlenmesi açısından eski masalların, deyim ve atasözlerinin,
menkıbelerin yaşaması gerekir: Zaten bir millet, bizatihi tanımında, geçmiş ve gelecek
kuşakları da şimdikiler ile birlikte kapsar. Türkiye gibi nûfusu genç bir toplumda, hızlı
şehirleşme, bazı kötü töreleri biçtiği kadar iyi ve güzel değerleri taşıyıcı söylenceleri,
insancıl diğergâmlığı, misafirperverliği de çok aşındırabiliyor.
3) Sait Cihanoğlu, Abbas Celâloğlu isimli bu “eski tüfek” pîr avcılar; Türkömer
‘ün eserinin bir sayfasında (Nisan 2008: 175) Edirne’de 1931’de çekilmiş bir fotoğrafta
üzerine onlarca kuş asılı bir kamyonetin önünde görüntülenmektedirler. Bir başka
sayfada (Nisan 2008: 23) iki avcı Karacabey-Poyrazbahçe’de 1940’ta çekilmiş bir
fotoğrafta duvara gerilmiş iki sıra ipe çamaşır misâli asılmış onlarca kaz ve ördek
önünde yine birliktedirler. Görüntülerde bugünkü anlayışa göre av limitleri çok aşılmış
ise de ilk fotoğrafta 1937 tarihli Eski Kara Avcılığı Kanunu bile henüz çıkmamıştır.
İkinci fotoğrafta kanun henüz üç seneliktir ve muhtemelen kanuna dayalı MAK
kararları ve av limitleri daha oluşturulmamış veya bugüne göre fazla müsamahalı
tutulmuştur.
KAYNAKLAR
CİHANOĞLU, Sait Selâhattin (Aralık 2006). “İngiltere ve İskoçya’daki Avcılığım”,
Avdoğa Dergisi, sayı 43, ss.60-61.
HONIGMAN, John J. (1972). “North America”, HSU, Francis L. K.ed.: Psychological
Anthropology, new edition, Schenkman publishing Company, Inc., Cambridge,
Massachusetts.
LAMB, Harold (1992). Cengiz Han'ın Liderlik Sırları, (Çev. Cem Erçin), Alkım
Yayıncılık-Kitapçılık, Ankara.
LEWIS, Geoffrey (1968). la Turquie: le déclin de l’Empire, les réformes d’Ataturk, la
République moderne, (İngilizce’den Fransızca’ya çeviren: Pierre Willemart), Marabout
Universitē, Verviers.
ÖZ, Aynur (Bahar 2000). “Hayvanlarla İlgili Özbek Atasözleri”, Türk Dünyası (Dil ve
Edebiyat Dergisi), sayı 9, Türk Dil Kurumu, Ankara.
ÖZTELLİ, Cahit ( w. date). Evlerinin Önü (Bütün Halk Türküleri), Hürriyet Gazetesi
yayını, Cağaloğlu, İstanbul.
TANYOL, Cahit (2007). Kuruluş ve Fetih Destanı, üçüncü baskı, Pozitif Yayın,
Samandıra, İstanbul

      TÜRKÖMER, Derin (Nisan 2008). Avcı Prenses Zeyneb Hâlim ile Sohbetler, Yapı
Kredi Yayınları, İstanbul.
YARCI, Güler (Ocak 2009). ”Osmanlı’da Avcılık Yasaları”, Acta Turcica Çevrimiçi
Tematik Türkoloji Dergisi, 1. yıl, (“Türk Kültüründe Av” konulu) 1. sayı, İstanbul.


     TİDSAD
Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies
Yıl: 2, Sayı: 3, Haziran 2015, s. 86-95
Sinan Çaya
   Türkler’de Avcılık
                             

                                                        


FIKIH. Arapça karşılığı sayd olan av, İslâm’da belirli şartlarla mubah kılınmıştır;

FIKIH. Arapça karşılığı sayd olan av, İslâm’da belirli şartlarla mubah kılınmıştır; bu husus kitap, sünnet ve icmâ ile sabittir. Ancak Mekke ve Medine’nin harem* sınırları içerisinde avcılık yapılamaz. Gerek hac gerekse umre için ihramlı olan kimseler deniz avı yapabilirlerse de kara avı yapamazlar. “İhramdan çıktığınız zaman (isterseniz) avlanın” (el-Mâide 5/2) âyeti, ihramlılar dışındaki kimselere genel bir av izni vermektedir (av ile ilgili diğer âyetler: el-Mâide 5/95, 96; ilgili hadisler: Buhârî, “Ẕebâʾiḥ”, 2, 4; Müslim, “Ṣayd”, 2, 3, 8). Av bir mülkiyeti kazanma sebebidir; kişi avladığı sahipsiz hayvana ihrâz* yoluyla sahip olur. 

İslâm’da boğazlama (tezkiye) ihtiyarî ve ıztırarî olmak üzere ikiye ayrılır. İhtiyarî boğazlama evcil bir hayvanı usulüne (dinî kaidelere) uygun bir şekilde kesmektir. Iztırarî boğazlama ise evcil olmayan bir hayvanı silâhla veya av köpeği, şahin ve doğan gibi eğitilmiş hayvanlar vasıtasıyla avlayıp öldürmektir. İhtiyarî boğazlamanın mümkün olmadığı yerlerde ıztırarî boğazlamaya başvurulur. Nitekim kaçmış bir evcil hayvan yakalanamıyorsa veya kuyu ve benzeri bir yere düşmüş de kesmek için çıkarma imkânı bulunamıyorsa av aleti ile vurulabilir. 

Av hayvanları eti yenenler ve yenmeyenler olmak üzere ikiye ayrılır. Birincisi etini yemek, ikincisi post, kürk veya bazı organlarından faydalanmak yahut zararlarından korunmak için avlanır. Bunun dışında zevk ve eğlence için yapılan av mekruh sayılmıştır. Kara avında av etinin helâl olup yenebilmesi için avcıyla, av aletiyle (silâh, eğitilmiş av hayvanı) ve avla ilgili belirli şartların gerçekleşmiş olması gerekir; deniz avında ise bu şartlar aranmaz. 

Avcı ile İlgili Şartlar. 1. Avcının dinen hayvan kesmeye ehil bir kimse olması gerekir. Müslümanların ve Ehl-i kitap’ın avladıkları yenir, Mecûsîler’le putperestlerin avladığı yenmez. Ayrıca avlanma ehliyetine sahip kişilerin, avladığı yenmeyen kişilerle ortaklaşa avladıkları avın eti de yenmez. 2. Avcı besmele çekmeyi kasten terketmiş olmamalı, ya silâhını kullanırken veya av hayvanını salarken besmele çekmiş olmalıdır; unutmasının ise bir mahzuru yoktur. Âyet-i kerîmedeki, “Allah’ın ismi zikredilmeyeni yemeyiniz” (el-En‘âm 6/121) hükmü, kasıtlı olarak besmele çekilmeden avlanan av hayvanını da içine almaktadır. Ancak Şâfiîler ilgili âyeti “Allah’tan başkası adına kesilen” şeklinde yorumlayarak ve ayrıca konuyla ilgili bazı hadislere dayanarak (bk. İbn Kesîr, III, 317; Şirbînî, IV, 272) besmelenin bilerek terkedilmesi durumunda da bir mahzur olmadığı görüşündedirler. 3. Avcı av niyetiyle silâhını kullanmalı veya av hayvanını salmalıdır. 4. Avcı silâhını attıktan veya hayvanını saldıktan sonra başka bir işle meşgul olmamalı, avın peşinden gitmelidir. Takip etmez de avı daha sonra bulacak olursa, hayvan başka bir sebepten veya yaralandığı halde kesilmeden ölmüş olabileceği için eti yenmez. 

Av Aletiyle İlgili Şartlar. Av ya ok, mızrak, bıçak, av tüfeği gibi yaralayıcı ve öldürücü bir aletle veya köpek, atmaca, şahin, doğan gibi bu iş için eğitilmiş hayvanlarla yapılır. Kur’ân-ı Kerîm’de eğitilmiş hayvanların yakaladıklarının yenebileceği belirtilmiştir (bk. el-Mâide 5/4). İbn Abbas’a göre buradaki hayvanlardan maksat av için eğitilmiş köpekler, çita ve benzeri hayvanlarla avcı kuşlardır. Hadislerde de avcı hayvanların yakaladıkları avın belirli şartlarda yenebileceği belirtilmiştir (bk. Buhârî, “Ẕebâʾiḥ”, 2, 7, 10; Müslim, “Ṣayd”, 1, 2, 3). Avın helâl olabilmesi için bu hususta belirlenen şartlar şunlardır: 1. Avcı hayvanlar eğitilmiş olmalıdır. Köpek ve benzeri hayvanların eğitilmiş olmaları yakaladıkları avdan yememeleriyle, kuşların eğitilmiş olmaları da salıverildikleri zaman gitmeleri, çağrıldıklarında geri dönmeleriyle belli olur. Köpek cinsinden hayvanların eğitilmiş sayılmaları için Şâfiî ve Hanbelîler sadece avı yememesini değil gönderilince gitmesini, alıkonunca itaat etmesini de şart koşarlar. Mâlikîler ise sadece bu son iki şartı ararlar. Bu hayvanların belirtilen şartlarla ne zaman eğitilmiş kabul edilecekleri konusunda ise usta avcıların görüşlerinden istifade edileceği genellikle kabul edilmektedir. 2. Avcı hayvanların sahipleri tarafından av için salıverilmiş olması gerekir; salıverilmeden kendiliklerinden yakaladıkları avın etinin yenmediği hususunda fakihler görüş birliği içindedir. Bunun dışında Hanefî mezhebinde avcı hayvanların belirli bir av için salıverilmesi şartı yoktur. Diğer üç mezhebe göre ise avcı avını görüp belirlemeli, daha sonra hayvanını salmalıdır. 3. Av sırasında avcı hayvana eğitilmemiş başka bir hayvan ortak olmamalıdır. Eğitilmemiş hayvan avı kendisi için tutar ve yer. Bu bakımdan onun tek başına yakaladığı av yenmediği gibi ortak olduğu av da yenmez. Hz. Peygamber, “Köpeğimi yollar, yanına vardığımda onunla birlikte başka bir köpek daha bulursam ne yapayım?” diye soran Adî b. Hâtim’e, “O avdan yeme; çünkü sen yalnız kendi köpeğin için besmele çektin, başkasının köpeği için çekmedin” buyurmuştur (Buhârî, “Ẕebâʾiḥ”, 2; Müslim, “Ṣayd”, 3, 4, 5). Birkaç avcı köpeğin birlikte avladıkları hayvanın yenmesinde ise bir mahzur yoktur. 4. Avcı hayvanın avını, kanını akıtarak öldürmesi gerekir. Avını boğar veya ağırlığıyla ezerek öldürürse, fıkıhçıların çoğunluğuna göre bu av yenmez. Şâfiîler’e göre ise avcı hayvan avını ağırlığıyla ezip öldürse de eti yenir. 5. Köpek vb. avcı hayvanların yakaladıkları avdan yememeleri gerekir. Bu onların eğitilmiş olduklarının işaretidir. Hadîs-i şerifte, “(Köpek tuttuğu avdan yerse) bu durumda ondan sen yeme. Çünkü o avı senin için tutmamış, kendisi için tutmuştur” buyurulmaktadır (Buhârî, “Ẕebâʾiḥ”, 2; Müslim, “Ṣayd”, 2, 3). Avcı kuşlara gelince, onlar avladıklarından yeseler de bir mahzuru yoktur. Mâlikîler’deki hâkim görüşe göre ise av köpeği avından yese de yemese de avladığı yenir. 6. Avda kullanılan silâhların kesici, delici cinsten olması lâzımdır. Sopa ve taş gibi darbeyle hayvanı öldüren, yara açmayan silâhlarla av yapılmaz. 

Bu şartlar, avın avcı hayvan tarafından öldürülmesi durumunda aranmaktadır. Avcının ava ölmeden önce yetişmesi ve onu usulüne uygun olarak kesmesi halinde ise bu gibi şartlar aranmaz. 

Av Hayvanı ile İlgili Şartlar. 1. Avın eti yenen bir hayvan olması gerekir. Hanefîler’e göre, köpek dişiyle avını parçalayan vahşi hayvanları, tırnaklı ve pençeli yırtıcı kuşları, yaratılıştan iğrenç bulunan fare, yılan, kurbağa cinsinden hayvanları ve haşereleri, balık dışındaki deniz hayvanlarını yemek haramdır. Ancak başka bir şekilde bunlardan istifade söz konusu ise bu durumda avlanmalarında bir mahzur yoktur. Mâlikîler’e göre bütün deniz hayvanlarının, Şâfiî ve Hanbelîler’e göre ise kurbağa dışındaki deniz hayvanlarının etleri yenebilir (bk. HAYVAN). 2. Av hayvanının evcil bir hayvan olmaması gerekir. Evcil hayvanlar için avlanmak söz konusu değildir, onlar dinî esaslara uygun olarak kesilir. Yalnız yukarıda belirtildiği gibi evcil bir hayvan kaçar da bütün gayretlere rağmen yakalanamazsa veya bir kuyuya düşer ve çıkarılamazsa silâhla öldürülebilir. Çünkü bu durumda ihtiyarî boğazlama imkânsız hale gelmiş demektir. Buna karşılık geyik vb. hayvanlar da ehlîleştirilmişlerse artık av yoluyla öldürülemezler. 3. Yaralanan av hayvanının kesilmeden önce ölmesi durumunda ölümünün sebebi aldığı yara olmalıdır. Bu yüzden değil de başka sebeple ölürse eti yenmez. Yaralandıktan sonra suya düşerek boğulan veya bir yamaçtan yuvarlanarak ölen hayvanın durumu da aynıdır. Vurulan hayvan doğrudan yere düşer de bu sadme sebebiyle ölürse bu durumda eti yenir, zira bundan sakınmak mümkün değildir. 4. Av hayvanı yaralı olarak ele geçirilir ve kesme imkânı da olursa usulüne uygun olarak kesilmelidir. Bu imkân varken avcının kusuru yüzünden kesilmezse eti yenmez. Sağ olarak ele geçirilmekle birlikte bu sırada can çekişmekte ise ayrıca kesilmesi gerekmez. Hanefîler, almış olduğu yara ile yarım gün veya daha fazla yaşayacak durumda olan hayvanın kesilmesi gerektiği görüşündedirler. Çünkü bu durumda ihtiyarî boğazlama imkânı vardır. Iztırarî boğazlama ise ancak ihtiyarî boğazlamanın mümkün olmadığı durumlarda geçerlidir. 

BİBLİYOGRAFYA 
Buhârî, “Ẓebâʾih”, 2, 4, 7, 10; Müslim, “Ṣayd”, 1, 2, 3, 4, 5, 8; Cessâs, Aḥkâmü’l-Ḳurʾân, II, 315; Serahsî, el-Mebsût, XI, 220-224, 236, 240, 241, 243, 244, 253; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, Kahire, ts. (el-Mektebetü’t-Ticâriyyetü’l-kübrâ), I, 389 vd.; İbn Kudâme, el-Mugnî, Riyad 1401/1981, III, 506, 507; VIII, 540, 546-552, 554, 556, 558, 562, 575, 576, 596; Mevsılî, el-İḫtiyâr, V, 4, 5, 9, 10; İbn Kesîr, Tefsîr, III, 317; Şirbînî, Muġni’l-muḥtâc, Kahire 1958 ⟶ Dımaşk, ts. (Dârü’l-Fikr), IV, 272; İbnü’l-Hümâm, Fetḥu’l-ḳadîr, Kahire 1389/1970, X, 110 vd.; Buhûtî, Keşşâfü’l-ḳınâʿ, VI, 213 vd.

İSLÂM TARİHİ. Avcılık Araplar’da Câhiliye çağından beri biliniyor ve ok, yay veya kapanla ceylan yahut kuş avlamaktan ibaret bir eğlence kabul ediliyordu






İSLÂM TARİHİ. Avcılık Araplar’da Câhiliye çağından beri biliniyor ve ok, yay veya kapanla ceylan yahut kuş avlamaktan ibaret bir eğlence kabul ediliyordu. Araplar fetihler sonunda Rumlar, Türkler ve İranlılar’la karışınca av için doğan, şahin, atmaca ve köpek de kullanmaya başladılar. Avcılığı, aslı Farsça olan beyzere kelimesiyle ifade ediyorlardı. Beyzere, Farsça bâzyâr ve bâzdâr kelimelerinin Arapçalaşmış şekli olup bâz “doğan, çakır doğan”, bâzdâr ise “doğancı, alıcı kuş besleyen kimse” demektir. Buna göre beyzere “kuşla avlanma hüneri” olarak tarif edilebilir; ancak bu tabir sadece doğan veya şahinle yapılan ava münhasır değildir. Arap avcıları ceylan avında doğan ve şahinle birlikte kelâbizî denilen tazıları da kullanmışlardır. Endülüs’te av kuşlarının eğitimiyle görevli şahıslara sakkâr ve tayyâr denilirdi; ayrıca bayyâz, bayyâzî, biyâz, bâzîy ve bâyzârî kelimeleri de kullanılmaktaydı. Kuşlar hakkında bilgi veren Mes‘ûdî bunların bâzî, şahin, sakr ve ukab olmak üzere dört cinsi ve onların da on üç ayrı türü bulunduğunu; Türkler’in, Araplar’ın, İranlılar’ın, Hintliler’in ve Rumlar’ın akdoğanların en iyi doğan cinsi olduğunda ittifak ettiklerini söyler. Ayrıca hükümdarlarla filozofların doğanları tavsifine dair bilgi verir. 

Leş yiyen yırtıcı hayvanların (kevâsir, davârî) ve av kuşlarının (cevârih) avcılıkta kullanılması, müslümanları Bizans ve Asya’nın içleri ile temasa getiren ilk fetihlerden sonra önem kazandı. Emîrler ata binme ve eğlenme arzularını tatmin için kuşlarla avlanmaya başladılar. Halifeler ve üst seviyedeki devlet adamları av köpekleri ve kuşlarla yapılan avı emîrü’s-saydın idaresinde müesseseleştirdiler. Avla uğraşan ilk halife Yezîd b. Muâviye’dir. Yezîd avcılığa çok meraklıydı ve önemli sayıda yırtıcı kuş, çita vb. hayvanlara sahipti. Hatta kaynaklara göre köpeklerine altın halkalar ve bilezikler taktırıyor, altın sırmalı çullar giydiriyor ve her köpeğin hizmetine bir köle tahsis ediyordu. Yezîd kadar olmamakla beraber diğer Emevî halifeleri de ava düşkündüler. Daha sonra hilâfet makamına geçen Abbâsîler de yırtıcı kuş ve hayvan beslemeye başlayıp bu uğurda büyük paralar harcadılar; hatta hayvan bakıcıları için maaş ve arazi tahsis ettiler. Abbâsîler’den avcılığa ilgi duyan ilk halife Mehdî’dir. Onu Hârûnürreşîd, Emîn, Me’mûn ve Mu‘tasım takip etmiştir. Abbâsî halifeleri arasında ava en meraklı olan Mu‘tasım idi. Dicle nehri kıyısında avcılık için birkaç fersah uzunluğunda ve at nalı şeklinde bir duvar yaptıran halife, ava çıkınca vahşi hayvanları bu duvara doğru sürüyor ve sıkıştırarak avlıyordu. Halife Mu‘tazıd ise özellikle aslan avına düşkündü. Müstekfî de çita ve doğanla avlanmaya meraklı olup av kuşları ve av hayvanlarının bakımıyla bizzat meşgul olurdu. İlk Abbâsî halifeleri ava düşkün olduklarından her çeşit hayvanı barındıran özel bir hayvanat bahçesi kurmuşlardı. Abbâsî halifeleri ve vezirleri doğan, şahin, çita ve av köpeklerini hediye olarak da kabul ederlerdi. Nitekim Taberî, Bizans imparatorunun Hârûnürreşîd’e yolladığı hediyeler arasında on iki doğan ve dört av köpeğinin de bulunduğunu zikreder. Aynı şekilde İfrenc Kraliçesi Bertha, Müstekfî-Billâh’a on köpek, yedi doğan ve sekiz sakr göndermiş, Amr b. Leys es-Saffâr da Mu‘tazıd’a doğan ve çita hediye etmişti. Sâmânî Hükümdarı İsmâil b. Ahmed’in ise Mu‘tazıd’a üç çita ve on bir doğan yolladığı bilinmektedir. Bazı ülkeler Abbâsîler’e göndermek zorunda oldukları haracın bir kısmını av hayvanları vererek öderlerdi. Meselâ Hârûnürreşîd haraç olarak Ermenistan’dan her yıl otuz, Bebr ve Taylesân’dan da on doğan ve yirmi av köpeği alırdı. 

Abbâsî halifeleri ve devlet adamları av etini çok severlerdi. Bu husus tardiyye ve urcûze adı verilen şiirlerde açıkça dile getirilir. Avlanmak için bulutlu fakat yağmursuz günler seçilir ve sabah erkenden ava çıkılırdı. Halifeler ava çıkmak istediklerinde emîru’s-sayda gerekli hazırlıkların yapılmasını emrederlerdi. O da okçulara, çita, doğan, şahin ve tazı bakıcılarına, seyislere tâlimat verir, onlar da av hayvanlarını ve kuşları yanlarına alarak ava hazırlanırlardı. Av partisine halifenin aile fertleriyle yakın adamları, kılavuzlar, fakihler, hâfızlar, kâtipler ve hekimler katılırdı. Av sahasına varılınca topluca çadır kurulup eksikler tamamlanırdı. Şark İslâm dünyası gibi Mağrib ve Endülüs’te de kuşlarla yapılan avcılık büyük ilgi görmekteydi. Ağlebî Hükümdarı II. Muhammed, “Ebü’l-Garânîk” lakabını muhtemelen kuş avlamaya olan merakından dolayı almıştı. Bu hükümdar avcılığa öylesine meraklıydı ki yaptığı çılgınca av masraflarıyla hazineyi tüketmişti. Hafsîler de kuşla ava düşkündüler. Ebû Abdullah Muhammed el-Müstansır, Sâsânî prensleri gibi elinde av kuşu olduğu halde av sahasında dolaşmaktan büyük bir zevk alırdı. Aynı şekilde Endülüs Emevî saraylarında da av işleriyle görevli emîrler vardı. Sâhibü’l-beyâzıra denilen bu emîrler hükümdar nezdinde önemli mevkiye sahiptiler. Bazı Fâtımî halifelerinin de ava düşkün oldukları bilinmektedir. Meselâ beşinci halife Azîz-Billâh Mısır’dakilerle yetinmeyip arzularını tatmin için Sudan’dan av kuşları ve hayvanları getirtmiştir. Eyyûbî Hükümdarı el-Melikü’l-Azîz Osman b. Selâhaddin avlanırken attan düşerek yaralanmış ve ölmüştü. Ayrıca Kahire’de bezâdire (av kuşları satanlar) adıyla bir çarşının mevcut olması, avcılığın Eyyûbîler devrinde de revaçta olduğunu göstermektedir. 

Savaşa hazırlanmada eğitici bir rolü olan avcılık bozkır Türk devletlerinde en önemli geleneklerden biriydi ve toplum hayatı üzerindeki güçlü tesiriyle bir dinî inancın ve kültün doğmasına sebep olmuştu. Altay halkı ava çıkmadan önce çeşitli ibadetler yapar, avın verimli ve başarılı olması için gerekli bütün örfî kurallara riayet eder, özellikle avı koruyacak olan ruha bağlılığını göstermeye çalışırdı. İktisadî gaye ile yapılan avcılığın dinî inançlarla ilgisi olmamakla birlikte vahşi kuş avlarının onların dininde apayrı bir yeri vardı. Çeşitli gelenek ve göreneklerle bir kült haline gelen avcılık, devlet teşkilâtı ve sosyal hayatta olduğu gibi dil ve edebiyatta da etkili olmuştur. Altay Türkleri av hayvanlarının insanların dilini anladığına inanırlardı. Bundan dolayı da gizli bir avcı dili doğmuştu. Genellikle av sırasında avlanan kuş ve hayvanların adları kullanılmaz, isimler tasvirî karakterde kelimelerle ifade edilirdi. 

Eski Türkler’de vahşi hayvanların etleri yenildiği gibi avlarda kullanılan şahin türünden bütün kuşlar “ongun” kabul edilir ve adları özel isim olarak kullanılırdı. Bu sebeple avcılık Türkler’de millî bir gelenek olmuş ve özellikle sürgün avı XI. yüzyıldan itibaren şahıslara mahsus bir hüner olmaktan çıkıp hükümdarların halk ve askerle birlikte yaptıkları manevra mahiyetinde millî bir spor haline gelmiştir. 

Karahanlılar ve Selçuklular gibi Türk devletlerinde avcılığın bir merasim, bir askerî spor veya manevra mahiyetinde devam etmesi ve av partisinden sonra hükümdarların umumi ziyafetlerle (toy, şölen) eğlenceler tertip etmeleri, bu çok eski Türk geleneğinin İslâmî devirde de aynen sürdürüldüğünü göstermektedir. Selçuklu sultanları ava çok meraklıydılar ve boş zamanlarında yaptıkları spor ve satranç karşılaşmaları yanında avcılıktan da büyük bir zevk alıyorlardı. Aynı geleneğin Gazneliler, İlhanlılar, Anadolu Selçukluları, Beylikler ve Osmanlılar’da da devam ettiği görülmektedir. Özellikle Osmanlı hükümdarları, daha kuruluş yıllarından itibaren hem eğlence hem de savaş tâlimi olarak av partileri düzenlemişler, avcılığı mükemmel teşkilâtı olan bir kuruluş haline getirmişlerdir. Çakırcıbaşı, şahincibaşı, atmacacıbaşı ve doğancıbaşı gibi unvanları olan şikâr ağalarının her biri protokolde yüksek birer mevkiye sahipti (bk. ŞİKÂR AĞALARI). Karahanlılar devlet adamlarının avcılıktaki hüner ve kabiliyetlerinden övgüyle söz eder ve kendilerine en kudretli hayvan adlarını lakap ve isim olarak verirlerdi. Hanların av sırasında kullandığı doğanlar kuşçu denilen görevliler tarafından eğitilirdi. Selçuklu Devleti’nin ilk hükümdarı Tuğrul Bey askerleriyle ava çıkar ve şölenler tertip ederdi. Yine Sultan Melikşah’ın ava çok düşkün olduğu, avladığı hayvanların boynuzlarından işaret kuleleri yaptırdığı ve günahından korkarak avladığı her hayvan için bir dinar sadaka verdiği bilinmektedir. Irak Selçuklu Sultanı Mahmud yırtıcı kuşlar ve av köpekleri beslerdi. Arslanşah b. Tuğrul’un da ava çok meraklı olduğu ve hepsi altın tasmalı 400 çitası bulunduğu bilinmektedir. Selçuklu emîrlerinden Barankuş’un “bâzdâr” lakabıyla anılması, Büyük Selçuklu devlet teşkilâtında av işleriyle görevli bir memuriyetin mevcut olduğunu göstermektedir. Sultanların av işlerine bakan ve Büyük Selçuklular devrinde bâzdâr denilen bu emîrlerin önemli bir mevkiye sahip oldukları görülmektedir. 

Anadolu Selçukluları’nda sultanın av işlerini tanzime memur olan emîr-i şikârlar, nüfuz ve itibar sahibi kumandanlar arasından seçilirdi. Meselâ meşhur Sâdeddin Köpek, Sultan I. Alâeddin Keykubad’ın, Kılavuzoğlu Tumanbay da III. Gıyâseddin Keyhusrev’in emîr-i şikârı idiler. Bütün kuşçular emîr-i şikârların emrindeydi ve av kuşlarının eğitiminden ve sultanların av işlerinin düzenlenmesinden yine onlar sorumluydular. Bunların maiyetinde ayrıca avla görevli önemli miktarda asker de bulunurdu; kuşların bakımı ise gulâmlara verilmişti. Anadolu Selçukluları’nda emîr-i şikârlığa tayinle ilgili bir vesikada bu görevlilerde aranan vasıflar ve av sırasında dikkat edilmesi gereken hususlar sayılarak emîr-i şikârın bu önemli vazifede bâzdârları kulluk ve mülâzemette bulundurması, şahinleri kuşlara saldırtmakta ihtiyatlı davranması, sürgün avında kuş ve hayvanları halka haline getirme zamanında cesur ve marifetli avcıları hizmete sokması ve kuşların avlanma mevsiminde avcıları pusuya yerleştirmesi gerektiği belirtilmektedir (bk. Turan, Resmî Vesîkalar, s. 27-28). 

Gerek Büyük Selçuklu gerekse Anadolu Selçuklu hükümdarlarının sofralarından av eti hiç eksik olmazdı. Nitekim Sultan Melikşah ile I. Alâeddin Keykubad, rivayete göre yedikleri av etinden zehirlenerek ölmüşlerdir. II. Gıyâseddin Keyhusrev’in av hayvanları yanında vahşi hayvanlar da beslediği, hatta bunlardan birinin ısırması sonucu öldüğü nakledilmektedir. Oğuzlar’a esir düşen Sultan Sencer’in bir süre avı seyretmek bahanesiyle çıktığı şikârgâhtan kaçırılarak kurtarılması, Anadolu Selçuklu sultanıyla barış yapmak isteyen Ermeni kralının Sultan I. İzzeddin Keykâvus’a çeşitli hediyeler yanında bâz (doğan) ve şahin de göndermesi, Selçuklu sultanlarının avcılığa ve av kuşlarına ne derece önem verdiklerini göstermektedir. Anadolu Selçukluları’nda yılda iki defa umumi ava çıkılırdı. Bu ava bütün devlet erkânı katılır ve av bir şölenle sona ererdi. 

Moğollar’da Cengiz Han döneminde, barış zamanlarında savaş oyunları yerine av partileri tertip edilirdi. Kubilay zamanında da 10.000 avcının 500 doğanla katıldığı büyük bir av düzenlenmişti. Kırgızlar’ın Cengiz Han’a beyaz bir doğan göndermeleri gibi Tumanbay da timar* sahibi olabilmek umuduyla Gazan Han’a eğitilmiş bir şahin hediye etmişti. 

Kaçar hânedanı mensupları herhangi bir devlet veya saray merasimine katılacak yahut da bir geziye çıkacak olurlarsa kendilerine kolunda şahin bulunan bir şahinci refakat ederdi. Buhara Hanlığı’nda da avcılıkla ilgili işlere “kuşbegi” adıyla anılan bir idareci bakardı. Bu makam varlığını 1920 yılına kadar sürdürmüştür. 

Avcılığın ve av kuşları yetiştirmenin hükümdarlar nezdindeki önemi dolayısıyla bu konuda pek çok kitap yazılmıştır. Avcılığa dair ilk ilmî eserler, muhtemelen meşhur dilci Ebû Ubeyde Ma‘mer b. Müsennâ’nın (ö. 210/825 [?]) Kitâbü’l-Bâzî ve Kitâbü’l-Hamâm’ıdır. Daha sonra yazılan eserlerden bazıları da şunlardır: İbrâhîm el-Basrî, el-Beyzere; Asmaî, Kitabü’l-Vuhûş; Hâlidiyyîn, Kitâbü’s-Sayd; Tabîb Îsâ er-Rakkī, Kitâbü’l-Mesâyîd; Muhammed b. Abdullah el-Bazyâr, Kitâbü’l-Cevârih; Ebû Dülef Kāsım b. Îsâ, Kitâbü’s-Silâh, Kitâbü’l-Cevârih ve’l-laʿb bihâ (Kitâbü’l-Büzât ve’s-sayd); Feth b. Hâkān, Kitabü’ṣ-Ṣayd ve’l-cârih; İbnü’l-Mu‘tez, Kitâbü’l-Cevârih ve’s-sayd; Ebû Tâhir-i Hâtûnî, Şikârnâme; Boğdu b. Kuştemir, el-Kānûnü’l-vâdıh fî muʿâlecâti’l-cevârih, (Köprülü Ktp., nr. 978). Bu kitaplardan günümüze intikal edenlerin en eskisi Küşâcim’in (ö. 360/971) el-Mesâyid ve’l-metârîd (nşr. Es‘ad Talas, Bağdad 1954) adlı eseriyle bundan otuz yıl sonra Fâtımî Halifesi Azîz-Billâh adına, av kuşlarına bakmakla görevli meçhul bir müellif tarafından yazılan el-Beyzere’dir (nşr. Muhammed Kürd Ali, Dımaşk 1953; Fransızca trc. François Viré, Leiden 1967). Ayrıca “tardiyyât” adı verilen şiirlerde de av ve avcılık konusunda aydınlatıcı bilgiler vardır. 

BİBLİYOGRAFYA 
İbnü’l-Esîr, el-Lübâb, “Kelâbizî” md.; a.mlf., el-Kâmil, X, 156, 210, 213; XII, 140; Lisânü’l-ʿArab, “byzr” md.; Tâcü’l-ʿarûs, “byzr” md.; Seyyidâddî Şîr, Muʿcemü’l-elfâzi’l-Fârsiyyeti’l-muʿarrebe, Beyrut 1980, “el-bâz ve’l-bâzî” md.; Steingass, Dictionary, s. 145-146; Buhârî, “Ẕebâʾiḥ”, 1-38; Müslim, “Ṣayd”, 1929-1959; Mes‘ûdî, Mürûcü’ẕ-ẕeheb (Abdülhamîd), I, 186, 187, 188, 189, 190, 191, 301; III, 377; İbnü’n-Nedîm, Fihrist, s. 59, 130, 245, 264, 273, 321, 377; Nizâmülmülk, Siyâsetnâme (trc. M. Altay Köymen), Ankara 1982, s. 45, 106, 107, 114, 136, 163, 280; , s. 73-74; Râvendî, Râhatü’s-sudûr (Ateş), I, 129-130, 252, 269; Bündârî, Zübdetü’n-Nusra (Burslan), s. 159, 162, 163, 169, 211; İbn Bîbî, el-Evâmirü’l-ʿAlâʾiyye, s. 162, 168, 171, 203, 204; İbn Hallikân, Vefeyât, V, 284-285; Eflâkî, Menâkıbü’l-âʿrifîn, II, 844-846; Taşköprizâde, Miftâhü’s-saʿâde, I, 331; Keşfü’ẓ-ẓunûn, I, 165; Tecrid Tercemesi, XII, 12; Hasan Enverî, Istılâhât-ı Dîvânî-yi Devre-yi Gaznevî ve Selcûkī, Tahran 1355 hş./1936, s. 25-26; Osman Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesîkalar, Ankara 1958, s. 27-32; a.mlf., Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, İstanbul 1969, s. 2, 3, 8; a.mlf., Selçuklular Zamanında Türkiye Tarihi, İstanbul 1984, s. 221; a.mlf., “Keyhusrev II”, İA, VI, 628; Ahmet Caferoğlu, “Türklerde Av Kültü ve Müessesesi”, TTK Bildiriler, VII (1972), I, 169-175; Cl. Cahen, Osmanlılar’dan Önce Anadolu’da Türkler (trc. Yıldız Moran), İstanbul 1979, s. 221; Muhammed Manazır Ahsan, Social Life Under the ʿAbbasids, London 1979, s. 203-242; a.mlf., “A Note on Hunting in the Early ʿAbbasid Period: Some evidence on expenditure and prices”, JESHO, XIX/1 (1976), s. 101-105; Hitti, İslâm Tarihi, II, 522; VI, 376-377; Reşat Genç, Karahanlı Devlet Teşkilâtı, Ankara 1981, s. 212, 229, 231; Ramazan Şeşen, Salâhaddîn Devrinde Eyyûbîler Devleti, İstanbul 1983, s. 215; M. Altay Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, Ankara 1984, II, 194, 203, 235, 546; Muhammed Kāsım Mustafa, “Risâletü’t-tard li-İbn Ebi’t-Tayyib el-Bâḫârzî”, MMMA (Kahire), XXI/2 (1975), s. 256-285; F. Viré, “Bayzara”, EI2 (İng.), I, 1152-1155.