21 Aralık 2019 Cumartesi

New York’ta Bilinen En Eski Orman Kalıntıları Bulundu



Bu fosilleşmiş kökler, dünyanın bilinen en eski ormanına ait. C: William Stein & Christopher Berry


New York’ta Bilinen En Eski Orman Kalıntıları Bulundu

Bilinen en eski ormanın kalıntıları, New York’taki bir ocakta tespit edildi. Fosiller 386 milyon yaşında ve onları incelemek bize Dünya’nın ikliminin zamanla nasıl değiştiği hakkında daha fazla bilgi verebilir.


Cardiff Üniversitesi’nden Christopher Berry, “Charles bir taş ocağının yanından geçiyordu ve çok farklı olan bu büyük kök yapılarını fark etti.” diyor. Charles, New York’un Catskills bölgesindeki Cairo yakınlarındaki fosilleri 2008 yılında keşfetti.
Ormanda üç tür ağaç bulundu. Bunlardan biri, uzun köklerle karakterize edilen, 12 metreye kadar uzanan köklere sahip Archaeopteris cinsinin bir üyesiydi. Bu ağaçlar modern iğne yapraklı ağaçlara benzer ve düz yeşil yapraklar geliştiren ilk tür olarak bilinir.
Yağmur, buzullaşma ve doğal erozyon yoluyla tortu dökerek bu ağaçları gömen eski bir dağ silsilesi üzerinde yer aldığından, New York eski ağaç fosilleri ile dolu. Yeni bulunan fosiller, daha önce dünyanın en eski ormanı olarak kabul edilen bölgeden sadece 40 kilometre uzaktaydı ve ondan 2 milyon yıl daha eskiydi.
Bu ağaçlar, dünyadaki yaşamın gelişiminde önemli bir rol oynadı ve gezegeni soğutmaya yardımcı oldu.
Berry, “Görünen tüm bu ağaçlar karbondioksiti atmosferden uzaklaştırmak gibi bir etkiye sahipti. Devoniyen döneminin sonunda [360 milyon yıl önce], karbondioksit miktarı bugünkü seviyesine iniyordu.” diyor.
Oxford Üniversitesi’nden Sandy Hetherington’a göre, fosilleri incelemek modern iklim değişikliği konusunda bize yardımcı olabilir: “Bunun geçmişte nasıl olduğunu anlamak, iklim değişikliği ve ormansızlaşma konusunda gelecekte ne olacağını tahmin etmek için çok önemli.”



Makale: William E. Stein, Christopher M. Berry, Jennifer L. Morris, Charles H. Wellman et al. 2019. Mid-Devonian Archaeopteris Roots Signal Revolutionary Change in Earliest Fossil Forests. Current Biology.

19 Aralık 2019 Perşembe

Dünya'daki en garip cenaze törenleri.

Görüntünün olası içeriği: 1 kişi

Dünya'daki en garip cenaze törenleri.
Bu cenaze törenleri arasında en kötü olanı. Ölüye saygı onun etini yiyerek gösterilir. Tamamen dinsel nitelikli bir yemek törenidir. Güneydoğu Avustralya’da yaşayan Dieriler, ölen akrabalarının yüz, kol, bacak ve karınlarının yağlı kısımlarını yiyorlar.
Bu toplum için geçerli olan inanca göre yağ, olağanüstü birgüce sahip olan ve yiyen kişiye geçen bir unsur.Böylece, ölünün özellikleri yine kabile içinde kalıyor.
Bugün Güney Amerika’da, ormanların içinde yaşayan ve sayıları hızla azalan Guayaki (Paraguay) ve Yanomami (Venezuela) yerlileri arasında yamyamlık geleneği hala uygulanıyor...

Afrika’da ortaya çıkan Homo erectus Endonezya’da yok oldu


                            Kenya'da bulunmuş bir Homo erectus kafatası



Afrika’da ortaya çıkan Homo erectus Endonezya’da yok oldu

Endonezya'da bulunan kemikler, dik yürüyen ilk insansılar olan Homo erectusların 1,8 milyon yıl yaşadığına ve son duraklarının Cava Adası'nda bir nehir kıyısı olduğuna işaret ediyor.
1930'larda Solo Nehri yakınında bulunan ancak şimdiye kadar güvenilir bir şekilde tarihlendirilmemiş olan kafatası parçaları ve kemiklerin analizi, 108.000 ila 117.000 yıllık olduklarını gösterdi.
Kalıntıların yaşı, Homo erectus'un son durağının Cava Adası olduğunu ve 1,8 milyon yıl boyunca varlığını sürdürerek en uzun süre yaşayan insan atası olduğunu gösteriyor.

                          Cava'daki kazı alanı Solo Nehri kıyısında
Kaynak

Türler Arası Cinsel İlişkiyle Ortaya Çıkan Tükürük Geni Evrime Işık Tutuyor


modern insanlar ne sıklıkla diğer türlerle çiftleşiyordu?
Bir Neandertal canlandırması. F: procy_ab / Fotolia

Türler Arası Cinsel İlişkiyle Ortaya Çıkan Tükürük Geni Evrime Işık Tutuyor

Tükürüğün genetiğini analiz eden bir araştırma, modern insanların diğer insan türleriyle cinsel ilişkiye girerek genetik değişime uğradığını kanıtladı.

Prehistorik insanlar, aralarındaki DNA farklılıklarına rağmen türler arası cinsel ilişkiye girebiliyorlardı. İnsan tükürüğünün genetiğini analiz eden yeni bir araştırma, modern insan türünün Neandertal gibi diğer erken insan türleriyle cinsel ilişkiye girerek genetik değişime uğradığını kanıtladı.
Buffalo Üniversitesi’nden bilim insanları özellikle, musin-7 adı verilen ve MUC7 geni ile bağlantılı olarak insan tükürüğünde yer alan bir protein üzerinde yoğunlaştılar. Bu protein, tükürüğü yapışkanlaştırarak vücuda ağız yoluyla giren mikropların tutulmasına ve vücudun mikroplara karşı korunmasına yardımcı oluyor. Ancak Moleküler Biyoloji ve Evrim adlı dergide yayımlanan bir çalışmaya göre, bu protein aynı zamanda Neandertallerle ve yok olmuş başka bir hominin türü olan Denisovalılarla da bağlantı taşıyor.
Araştırma MUC7 geninin astımla olan bağlantısıyla ilgili bir çalışma olarak başladı. Araştırmacılar, musin-7 proteininin tükürüğe akışmazlık (viskozite) niteliği kazandırmasından dolayı proteinin astımı daha şiddetli hale getirme ve vücut sıvısını yoğunlaştırarak daha da yaygınlaştırma potansiyeli olduğunu fark ettiler. Yapılan çalışmalar sonucunda elde edilen genetik analizler, bu iddiayı destekler nitelikte olmasa da 5 kopya içeren MUC7 dizilerinden birinin, diğer bütün dizilere göre çok farklı olduğunu da farkettiler. Bu farklılığı olası evrimsel senaryolar ile test eden araştırmacılar, özgün varyantın Afrika’da yaşamış bir hominin türünden modern insanlara aktarılmış olduğu, dolayısıyla insanların bu geni, diğer türlerle melezlenme neticesinde aldığı sonucuna ulaştılar. İnsanlar arasında olabilecek farklardan çok daha farklı bir dizi içeren bu varyantın sadece Sahra Altı Afrika’da yaşayan insan popülasyonlarında bulunduğu ortaya çıktı.
modern insanlar ne sıklıkla diğer türlerle çiftleşiyordu?
Modern insanların, evrimlerinin ilk evrelerinde türler arası ilişkilerde bulunmaları, genetik bir alışverişin gerçekleşmesine sebep oldu. F: Bob Wilder / Buffalo Üniversitesi
Araştırmacı Ömer Gökçümen üniversite bildirisinde, bu bilinmeyen insan akrabasının, Homo Erectus’un bir alt türü veya keşfedilmemiş bir hominin olabileceğini ve türe ait herhangi bir fosil olmadığı için onu ‘hayalet hominin’ olarak adlandırdıklarını belirtti. Elde edilen bulgu, türümüzün en erken üyelerinin daha ilkel muadilleri ile meşgul olduklarını ileri süren bir araştırmaya da katkıda bulunuyor. Gökçümen, farklı erken hominin türleri arasındaki melezlenmenin istisna değil bir norm olduğunun altını çiziyor.
Araştırmaya göre Sahra Altı Afrikalılarda bulunan MUC7 gen varyantına yol açan melezlenmenin, 150.000 yıl önce gerçekleştiği tahmin ediliyor. Genetik mutasyonların evrim sırasındaki ortalama hızını hesaplayarak tahminlerde bulunan araştırmacılar, söz konusu türün modern insanın atalarından 2 ila 1,5 milyon yıl önce ayrıldığını belirtiyorlar.
Peki evrim nesli tükenmiş bir geni neden destekliyor? Araştırmacılar mikroplara karşı sağladığı koruma ve bağışıklık sistemini güçlendirmesi sebebi ile bu durumun meydana gelmiş olabileceğini düşünüyor. Yapılan araştırmalar sonucunda MUC7 ile astım arasında bir bağlantı kurulamasa da genin insanların ağzında bulunan bakteri oluşumunu etkilediği ortaya çıkarıldı. Bu da musin-7 proteininin mikroplara nasıl bağlandığını ve onları nasıl temizlediğini açıklıyor.
Önceki araştırmalar, bağışıklık ile ilgili genlerin türler arasındaki değiş tokuşunun bilinen bir durum olduğunu gösteriyor. Modern insanların Neandertallerden edindikleri genlerin arasında bağışıklık ile ilgili gen dizilerinin yaygın olduğu ve bunların insanın bağışıklık sistemindeki çeşitliliği şekillendirdiği biliniyor. Bu sebeple bu vakanın da bu kategoriye dahil olması olası gözüküyor.
Araştırma sonuçları, bir Afrika Hominininden melezlenmiş işlevsel çeşitliliğin, çağdaş Afrikalı nüfuslar arasında korunduğu fikrine de katkıda bulunuyor.



IB Times. 21 Temmuz 2017.
Makale: Xu, D., Pavlidis, P., Taskent, R. O., Alachiotis, N., Flanagan, C., DeGiorgio, M., … & Gokcumen, O. (2017). Archaic hominin introgression in Africa contributes to functional salivary MUC7 genetic variation. Molecular Biology and Evolution, msx206.

18 Aralık 2019 Çarşamba

Jüstinyen Vebası’nın Sebebi Hun Göçleri Olabilir



Moğolistan’da Hun döneminden savaş kurbanlarının toplu mezarı.

Jüstinyen Vebası’nın Sebebi Hun Göçleri Olabilir

Bilim insanları Hunların batıya doğru göçünün tarihin en ölümcül salgınlarından biriyle ilişkili olabileceğini söylüyor.


MS 541 yılında patlak veren Jüstinyen Vebası’nın 25 milyona yakın insanın hayatına mal olduğu düşünülüyor.
Bilim insanları salgının çağdaş ve daha güncel tarihçilerin düşündüğünün aksine Mısır değil Asya kökenli olduğunu iddia ediyor.
Bulgular Avrasya bozkırlarında gün yüzüne çıkarılmış 137 insan iskeletinden alınan DNA analizlerine dayandırılıyor.
Macaristan’dan Kuzeydoğu Çin’e kadar 8.000 km boyunca uzanan bozkır bölgesi çok büyük bir alanı kapsıyor. İskeletlerden elde edilen numunelerin büyük bir bölümü MÖ 2.500 ile MS 1.500 arasını kapsayan döneme tarihlendiriliyor.
Eske Willerslev, Peter de Barros Damgaard ve diğerleri Nature dergisinde bu numunelerden alınan genomları nasıl dizilediklerini ve Jüstinyen Vebası’ndan sorumlu olan bakteriyle ilişkili bir bakteri suşunun DNA’sını saptadıklarını rapor ediyor. Derginin aynı sayısında yer alan bir diğer çalışmada ise Hepatit B’nin bozkırdaki antik insanlara kadar uzandığı bildiriliyor.
Veba salgınının başlangıcı Bizans İmparatoru I. Justinianus’un zamanında gerçekleştiğinden salgın Jüstinyen Vebası olarak adlandırılıyor. Öyle ki İmparator Justinianus’un da vebaya yakalandığı, fakat daha sonra iyileştiği söyleniyor.
İstanbul, Jüstinyen Vebası’yla alt üst olmuş Konstantinopolis’in modern tezahürü.
Konstantinopolis’teki salgının şehre Mısır’dan gelen tahıl gemilerindeki farelerle taşındığı düşünülüyordu. Salgın Kuzeydoğu Afrika’da da mevcuttu, ancak yapılan bu yeni araştırma salgının kökenlerinin Orta ve Doğu Asya’ya uzanıyor olmasının daha muhtemel olduğunu gösteriyor.
Araştırmacıların ifade ettiğine göre salgının Romalı tarihçilerin Hunlar olarak bildiği kabilelerin göçüyle batıya yayılmış olması muhtemel.

Göçebelerle ittifak

Göç edenler tek bir halktan değil, güçlerini artırmak ve sahip oldukları toprakları genişletmek için tabiiyetlerini pekiştiren Hunlar ve İskitler gibi çeşitli göçebe gruplardan oluşuyordu. İskitler Romalılarca Avrupa ve Asya arasındaki sınırda yaşayan usta atlılar olarak tanınıyordu. Hunlar ise önce doğuya ilerlemiş ve Çin’deki Han Hanedanlığının birlikleriyle kanlı bir savaş yapmışlardı.
Kopenhag Üniversitesi’nden araştırma eş yazarı Eske Willerslev, “Hunlardan bazılarında Avrupa’da milyonlarca insanın ölümüne yol açmış Jüstinyen Vebası’nın temel bir formuna rastlıyoruz…” diyor.
Veba bakterisinin (Yersinia pestis) bir suşundan alınan DNA’nın MS yaklaşık 200’de ölmüş, Orta Asya’da yer alan Tian Shian dağlarından bir Hun’da bulunan Jüstinyen vebası’na yol açmış bakteriyle yakından ilişkili olduğu görüldü. Bu Tian Shian suşunun vebanın Jüstinyen formuna kıyasla daha bazal olduğu ortaya çıkarıldı, bu da vebanın genetik “soy ağacı”nın çok daha geriye dayandığını gösteriyor.
Justinianus’un da vebaya yakalandığı, fakat daha sonra iyileştiği söyleniyor.
Jüstinyen Vebası suşusunun bir diğer akrabası da Rusya, Kuzey Ossetia’da bulunan, yaşı belirsiz ancak MS altıncı veya dokuzuncu yüzyıllar arasında öldüğü düşünülen bir insan kalıntısında ortaya çıktı.
Hunlar batıya doğru hareketlerine muhtemelen MÖ ikinci veya üçüncü yüzyılda başlamış, dördüncü yüzyılda ise Roma İmparatorluğu’nun sınırlarında belirmişlerdi. Var olan kabilesel grupları yerlerinden ederek ve doğrudan imparatorluğa karşı düzenledikleri saldırılarla Avrupa’da kısa ömürlü bir egemenlik elde etmişlerdi.
Avrupa’daki faaliyetleri Roma’ya karşı sayısız askeri eylem düzenleyen Hun lider Attila ile son noktasına varmıştı.

Bir biyolojik silah olarak atlar

Araştırma eş yazarı Peter de Barros Damgaard, “İncelediğimiz suşu MS yaklaşık 200’e, yani Jüstinyen Vebası’nın Avrupa’yı alt üst etmesinden birkaç yüzyıl öncesine dayanıyor.”
“Vebanın Mısır’da da ortaya çıktığı öğrenildi. Böyle olunca, Hun daha sonra ise Türk Kağanlığı altında artan etkileşimlerin bu veba suşusunun İpek Yolu boyunca yayılmasına sebep olduğu söylenebilir.”
“Yoğun ticaret çok muhtemel bir etmen” diyor.
Bu veba suşusuna yapılan DNA analizi, suşunun daha sonra gerçekleşen Kara Veba olayındaki gibi pirelerden bulaşmasına imkân tanıyan mutasyonlara uğradığını gösteriyor. Ancak, bunun altıncı yüzyıldaki veba yayılımının temel şekli olup olmadığı bilinmezliğini koruyor.
Dr. Damgaard, “Antik Çin kaynaklarında, Hun savaşçıların su kaynaklarına at cesetleri bırakarak biyolojik savaş tekniklerini kullandığının belirtilmesi bu konu için oldukça ilgi çekici.”
“Bu durumun veba salgını için elverişli bir ortam hazırlamış olabileceğini söylemek isterim, böylelikle insanlık tarihinin gidişatı bir kez daha atlara bağlanmış oluyor, ancak bunu kanıtlamanın bir yolu yok” diyor.
Nature dergisinde yayımlanan ve yine Eske Willerslev tarafından yönetilen bir diğer araştırmada ise insanlardaki Hepatit B virüslerine (HBV) dair ele geçirilen en eski kanıt rapor ediliyor. Bulgular, bozkırda keşfedilmiş 12 antik insan kalıntısından alınan viral dizilerine dayandırılıyor.
Cambridge Üniversitesi’nden araştırma eş yazarı Barbara Mühlemann, “İnsanlar uzun yıllardır HBV’nin tarihini aydınlatmaya çalışıyordu, bu araştırma virüse dair anlayışımızı değiştiriyor ve virüsün kökeninin Tunç Çağı’na kadar geriye gittiğini kanıtlıyor.”
“Ayrıca araştırmayla böylesi eski numunelerden alınan viral dizileri saptayıp inceleyebilmenin de mümkün olduğunu gösterdik” diyor.
2015 yılında, yaklaşık 257 milyon insanın HBV’ye yakalandığı tahmin ediliyor; yaklaşık 887.000 kişinin ise karaciğer kanseri gibi komplikasyonlar nedeniyle yaşamını yitirdiği biliniyor.

BBC. 10 Mayıs 2018.
Makale: Damgaard, P. D. B., Marchi, N., Rasmussen, S., Peyrot, M., Renaud, G., Korneliussen, T., … & Baimukhanov, N. (2018). 137 ancient human genomes from across the Eurasian steppes. Nature.

Büyük Veba Salgını Fareler Değil İnsanlar Yüzünden Yayılmış


Hıyarcıklı veba taşıyan fare kökenli pirelerin ısırığı, Ortaçağ’daki veba salgınının yayılması konusunda sorumlu tutuluyordu. F: Science Photo Library

Büyük Veba Salgını Fareler Değil İnsanlar Yüzünden Yayılmış

Yeni bir araştırmaya göre, 1347-1351 yılları arasında Avrupa’da büyük yıkıma yol açan veba salgınında farelerin suçu yoktu.


Kemirgenlerin ve onların pirelerinin, 14. ila 19. yüzyıllar arasındaki Avrupa’da bir dizi ciddi salgının yayılmasında etkin olduğu düşünülüyordu.
Ancak Oslo ve Ferrara üniversitelerinden araştırmacılardan oluşan bir ekip, Kara Ölüm’ün büyük ölçüde insan pireleri ve vücut bitine atfedilebilir olabileceğini açıkladı.
Kara Ölüm’ün, 1347 ile 1351 yılları arasında Avrupa nüfusunun üçte birinden fazlasının, yani 25 milyon insanın hayatını aldığı düşünülüyor.
Oslo Üniversitesi’nden Prof Nils Stenseth, “Avrupa’daki dokuz kentteki salgın hastalıklardan elde edilen iyi bir ölüm oranı verilerimiz var. Dolayısıyla o dönemde oradaki hastalık dinamikleri modellerini oluşturabiliyoruz.”
O ve meslektaşları daha sonra bu şehirlerin her birinde hastalık salgınını taklit ederek hastalığın yayılması için üç model oluşturdu:
1- Fareler
2- Hava yoluyla iletim
3- İnsanlar ve kıyafetleri üzerinde yaşayan pireler ve bitler

İnsan kaynaklı yayılım

İncelenen dokuz kentin yedisinde, “insan parazit modeli”, salgının şekli için çok daha iyi bir eşleşme oluşturdu. Sonuçlar, hastalığın ne kadar hızlı yayıldığına ve kaç kişiden etkilendiğini yansıtıyordu.
Prof Stenseth, “Sonuçlar oldukça açık. Buna en iyi uyan şey bit modeli.” diyor.
“Sıçanlar tarafından bulaştırılmışsa, bulaştığı kadar hızlı yayılma olasılığı çok düşük. Eğer öyle olsaydı virüs kişiden kişiye yayılmak yerine, sıçanların bu fazladan döngüsünden geçmek zorunda kalırdı.

Evde kalın

Prof Stenseth, araştırmanın, insanlık tarihindeki en yıkıcı salgınlardan birinde yaşananları ortadan kaldırmak için modern hastalık anlayışını kullanarak, öncelikle tarihsel ilgiden kaynaklandığını belirtti
Prof Stenseth, “Ancak bir salgın sırasında neler olduğunun mümkün olduğunca anlaşılması, gelecekteki ölüm oranını azaltmak için her zaman iyidir.” diyor.
Veba, hastalığı taşıyan kemirgenlerin “rezervuarlarında” barınan bazı Asya, Afrika ve Amerika ülkelerinde hala endemik.
Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, 2010 ile 2015 yılları arasında dünya çapında 3.248 veba vakası rapor edildi ve bunlardan 584’ü ölümle sonuçlandı.
Prof Stenseth, “Çalışmamız, gelecekteki salgınları önlemek için hijyenin önemini vurguluyor.” diyor.
“Aynı zamanda hasta olduğunuzda çok fazla insanla görüşmemeniz gerektiğini öneriyor. Yani hasta olursanız, evde kalın.”

BBC. 15 Ocak 2018.

Makale: Dean, K., Krauer, F., Walløe, L., Lingjærde, O., Bramanti, B., Stenseth, N., & Schmid, B. (2018). Human ectoparasites and the spread of plague in Europe during the Second Pandemic. Proceedings Of The National Academy Of Sciences.

En Eski Veba Genomu Çözüldü




 En Eski Veba Genomu Çözüldü

Uluslararası bir ekip, hıyarcıklı vebanın kökeninin Tunç Çağı’na dayandığını gösteren 3.800 yıllık iki Y. pestis genomunu analiz etti. Araştırma, bu suşun hıyarcıklı vebayla karakterize olduğu düşünülen ölümcüllük faktörleri içeren, bugüne kadar dizilenmiş en eski suş olduğunu ve Kara Ölüm’le sonuçlanan suşun kökeninin buna dayandığını gösterdi.

Rusya, Samara bölgesinde iki veba kurbanının tek mezara gömülmesi.
C: V.V. Kondrashin ve V.A. Tsybin; Spyrou ve ark. 2018. Hıyarcıklı vebanın kökeninin Tunç Çağı’na dayandığını gösteren 3.800 yıllık iki Y. pestis genomunun analizi. Nature Communications.
Max Planck İnsan Tarihi Bilimi Enstitüsü tarafından yönetilen uluslararası bir araştırma ekibi, hıyarcıklı vebanın kökeninin Tunç Çağı’na dayandığını gösteren 3.800 yıllık iki Y. pestis genomunu analiz etti. Araştırmacılar tarafından saptanan suş Rusya’nın Samara bölgesinde tek mezara gömülmüş her ikisi de öldüklerinde bakterinin aynı suşuna sahip olan iki insana ait kalıntılardan elde edildi. Natural Communications dergisinde yayımlanan araştırma bu suşun hıyarcıklı vebayla karakterize olduğu düşünülen ölümcüllük faktörleri içeren, bugüne kadar dizilenmiş en eski olduğunu, ayrıca Jüstinyen Vebası’na, Kara Ölüm’e ve Çin’deki 19. yüzyıl salgınlarına yol açmış suşun da atası olduğunu gösteriyor.
Yersinis pestis bakterisinin yol açtığı veba, Jüstinyen Vebası, Kara Ölüm ve 1800’lerin sonlarında tüm Çin’i kırıp geçiren büyük çaplı bulaşıcı hastalıklar da dâhil olmak üzere dünyanın en ölümcül salgınlarının sebebiydi. Hastalık günümüzde de dünya çapında etkisini sürdürüyor. Tarihsel ve modern önemine rağmen, bu hastalığın kökeni ve yaşı tam olarak kavranabilmiş değil. Özellikle de Y. pestis’in ona kolonileşme ve pire vektörüyle yayılma imkânı sağlayan öldürücülük profilini tam olarak nerede ve ne zaman kazandığı bilinmezliğini koruyordu.
Antik Y. pestis genomları üzerine yapılan güncel çalışmalar bu bakterinin bilinen en erken varyantlarını saptamış ve bunların Geç Neolitik ve Erken Tunç Çağı’na dayandığını belirlemişti, ancak bu genomlar vebayı özellikle etkili kılan diğer bir deyişle hastalığın memelilere taşınmasında temel vektör olan pirelerde hayatta kalabilme adaptasyonu sağladığı düşünülen genetik imzaları taşımıyordu. Bu araştırmada hedef Tunç Çağı’na tarihlendirilen daha fazla Y. pestis genomu incelemek böylelikle bu önemli adaptasyonların nerede ve ne zaman ortaya çıktığını belirleyebilmekti.
İki veba kurbanının birlikte gömüldüğü 3.800 yıllık mezar bugüne kadar rastlanan en eski hıyarcıklı veba genomunu taşıyor.
Çalışma süresince, araştırmacılar Rusya’daki kazı alanında yer alan mezarlardan alınan dokuz ayrı bireye ait kalıntıları analiz etti. Bireylerden ikisi tek bir mezara gömülmüştü ve yaklaşık 3.800 yaşında oldukları belirlendi. İnsan DNA’sı üzerine yapılan analiz bireylerin muhtemelen Samara bölgesi Srubnaya kültüründen olduklarını gösterdi ki bu da arkeolojik delillerle uyuşuyor. Max Planck İnsan Tarihi Bilimi Enstitüsü’nden Kirsten Bos durumu, “Her iki birey de Y.pestis’in aynı suşusunu taşıyor gibi gözüküyor. Bu suşu hastalığın hıyarcıklı veba formunu alması için gereken tüm genetik bileşenleri taşıyor. Dolayısıyla bugün bildiğimiz yayılma potansiyeliyle veba, sandığımızdan çok daha öncesinde de vardı” diyerek yorumluyor.
Araştırmacılar yaklaşık 4,000 yıllık olduğu belirlenen bu yeni saptanmış bakteri soyunun yaşını hesaplayabilmek için daha önce dizilenmiş Y. pestis suşularıyla yapılan kombinasyonlardan alınan bilgileri kullandı. Hesaplamalar sonucunda, hıyarcıklı vebanın kökeninin öngörüldüğünden 1000 yıl daha geriye dayandığı ortaya çıktı. Max Planck İnsan Tarihi Bilimi Enstitüsü’nden araştırma başyazarı Maria Spyrou, “Yaklaşık 4.000 yıl öncesine dayanan elimizdeki bu Y. pestis vebanın pire yoluyla kemirgenlere, insanlara ve memelilere yayılması için gerekli tüm genetik karakteristiklere sahipti” diyor.
İnsanlık tarihinin en ölümcül hastalıklarından biri olan vebanın evriminin erken evreleri
Daha önceki çalışmalar Tunç Çağı sırasında Avrasya boyunca var olan tek bir Y. pestis soyu saptamış olsa da, güncel çalışmalar eş zamanlı olarak dolaşım yapan en az iki bakteri soyu olduğunu ve bunların farklı yayılım ve ölümcüllük özellikleri taşımış olabileceğini gösteriyor. Max Planck İnsan Tarihi Bilimi Enstitüsü’nden yazar Johannes Krause, “Bu soyların insan popülasyonlarında eşit düzeyde yaygın olup olmadığı ve insan faaliyetlerinin bunların yayılmasında ne derece etkili olduğu cevaplanması için daha fazla araştırmaya ihtiyaç duyulan sorular. Tunç Çağı ve Demir Çağı’na ait daha fazla veba genomunun incelenmesi insanlık tarihinin en korkunç hastalıklarından biri olan vebanın ölümcüllüğünü ve yayılışını tetikleyen kilit olayların belirlenmesinde yardımcı olabilir” diyor.

Science Daily. 8 Haziran 2018.


Makale: Maria A. Spyrou, Rezeda I. Tukhbatova, Chuan-Chao Wang, Aida Andrades Valtueña, Aditya K. Lankapalli, Vitaly V. Kondrashin, Victor A. Tsybin, Aleksandr Khokhlov, Denise Kühnert, Alexander Herbig, Kirsten I. Bos, Johannes Krause. Analysis of 3800-year-old Yersinia pestis genomes suggests Bronze Age origin for bubonic plague. Nature Communications, 2018; 9

Vebayı Defetmek İçin Kendini Cezalandıran Keşişlerin Kırbacı Bulundu




Vebayı Defetmek İçin Kendini Cezalandıran Keşişlerin Kırbacı Bulundu

İngiltere’deki bir Ortaçağ manastırında bulunmuş, bakır alaşımı tellerin örülmesiyle yapılan iplerin, keşişlerin vebadan kurtulmak için kendilerini kamçıladığı kırbaçlar olduğu ortaya çıktı.

Bakır kırbacın kalıntıları ve modern bir canlandırması. Görsel: Nottinghamshire County Council
2014’te Nottinghamshire, Rufford Manastırı’nda bulunan 14. yüzyıldan kalma örülmüş bakır tellerin, keşişler tarafından kendilerini cezalandırmak amacıyla kullanılan kamçıların ya da dokuz kuyruklu kırbaçların parçası olduğu ortaya çıktı.
Nottinghamshire İlçe Konseyi’ne göre 14. yüzyıldan kalma tellerin önemi, başka bir İngiliz manastırında bulunmuş bir metal kırbaçla karşılaştırılması sonrasında anlaşıldı.
Konseyde bulunan ve kültür komitesi başkanı olan John Knight yaptığı açıklamada “Bu veba ve ondan sonraki karanlık günlerde, burada yaşayan keşişlerin hayatının nasıl olduğunu canlandırmamıza yardım eden çok etkileyici bir keşif” dedi.
Veba 1348-1350 yılları arasında insanları kırıp geçirdi, ve yün endüstrisinden gelen gelirinin çoğunu kaybeden Rufford Manastırı’nın gerilemesine yol açtı. Manastır’ın kötü durumdaki mali durumu nedeniyle bazı krallar bu dönemde manastırı vergiden muaf tuttu.)
Kazılarda bulunan kırbaç, İngiltere’de bulunan benzer dört kırbaçtan biri. Kırbaçlar bu dönemde Sistersiyen tarikatına mensup keşişler tarafından vebayı defetmek amacıyla, ya da halkın günahlarını kendi üstlerine alarak (halkın günahının kefaretini ödeyerek) kendilerini cezalandırmak amacıyla kullanılıyordu.  Rahipler kendi kendilerini kırbaçlıyordu.
Keşişler sade bir şekilde yaşıyor ve azla yetiniyordu. Sabah 4.30da kalkarak kilise görevlerini yerine getirdikten sonra uzun saatler boyunca tarlada çalışıyorlardı.
Keşişlerin kendilerini kırbaçlamak için kullandığı kamçıların varlığına rağmen, tarihi kaynaklar bazı Rufford keşişlerinin yeminlerinden saptığını ortaya çıkarıyor. 1280’de Keşiş Robert’ı öldürdüğü için tutuklanan Keşiş William, ve Thomas De Holme’dan 200 pound çalmakla suçlanan iki keşiş bu yeminlerinden sapan keşişlerin birkaçı.
Ortaçağ uzmanı Glyn Coppack’e göre manastırlara ait bakır kamçılar oldukça nadir görülüyor. Coppack “Bu fevkalade bir keşif” diyor.

Discovery News, Rossella Lorenzi, 4 Nisan 2016

Londra’da Metro Kazısından 3000 Veba Kurbanı Çıktı

londra'da kara ölüm kurbanları bulundu


Londra’da Metro Kazısından 3000 Veba Kurbanı Çıktı


Arkeologlar, metro hattı kazısı sırasında Londra’nın ilginç tarihine ışık tutacağına inandıkları 3000 iskeleti barındıran bir toplu mezar buldular.  Mezardaki iskeletler 1569 ila 1738 yılları arasına tarihleniyor ve hepsi “kara ölüm” kurbanı. Çıkarılan iskeletlere yapılacak olan testlerin, vebanın bakteriyel evrimini ortaya koyabileceği düşünülüyor.
60 arkeologdan oluşacak ekip, iskeletleri dikkatli bir şekilde dökümantasyonunu yaparak çıkartabilmek için haftanın altı günü çalışacak ve Londra’nın 16. Ve 17. Yüzyıllarda kullanılmış, en değerli mezarlığı hakkında bilgi toplamaya çalışacak.
Ray hattının baş arkeoloğu Jay Carver, bu kazının 16. Ve 17. Yüzyıllarda Londralıların hayatını ve ölümlerini anlayabilmek için eşsiz bir fırsat sunduğunu belirtti. Carver sözlerine şöyle devam etti: “Bedlam mezarlık alanı, şehrin Tudor Dönemi’nden erken modern kozmopolit yapıya geçisi de dahil olmak üzere Londra tarihini kapsıyor.”
Mezarlık önümüzdeki dört hafta boyunca kazılacak ve ortaya çıkarılan iskeletlerin yaşları, cinsiyetleri, boyları araştırılabilecek. Daha sonra ise arkeologlar Ortaçağ bataklık tabakasını ve Roma kalıntılarını kazacak. Bölgedeki kazıların Eylül ayına kadar sürmesi bekleniyor.

2,000 Yıllık Dışkı Salgın Hastalıkların İpek Yolu’ndan Yayıldığını Gösterdi

po1

2,000 Yıllık Dışkı Salgın Hastalıkların İpek Yolu’ndan Yayıldığını Gösterdi

Görünüşe göre Çin’den başlayarak Avrupa’ya kadar uzanan İpek Yolu’nda, gezginler sadece ipek, çay ya da baharat taşımıyordu. Kuzeybatı Çin’de İpek Yolu üzerinde bulunan bir tuvalette keşfedilen 2,000 yıllık dışkı kalıntıları, ticaret yolu boyunca bulaşıcı hastalıkların da taşındığını gösteriyor.

Üzerlerinde hala duran kumaş kalıntılarıyla birlikte 2000 yıllık hijyen çubukları. (F: Reproduced from the Journal of Archaeological Science: Reports.)
Yeni araştırmaya göre, 2,000 yıllık bu dışkı kalıntısında, genellikle 1,500 km uzakta bulunan Çin karaciğer parazitinin (Clonorchis sinensis) yumurtaları bulundu. Araştırmalar bu parazitin bulaştığı kişinin uzun bir mesafe boyunca seyahat etmiş olması gerektiğini söylüyor.
Makalenin yazarlarından Cambridge Üniversitesi’nden paleopatolog Piers Mitchell Live Science’a yaptığı açıklamada “Bu İpek Yolu’nda bulaşıcı hastalıkların yayıldığına dair bulunan en erken arkeolojik kanıt oldu” diyor.
Araştırmacıların incelediği dışkı kalıntıları, insanların dışkıyı silmek için kullandığı, bir ucuna kumaş sarılmış tahta veya bambu çubuklardan yapılmış bir çeşit “kişisel hijyen çubukları”nın üstünde bulundu. Parazitlere dair bir kanıt aramak amacıyla araştırmacılar 7 farklı çubuktan alınan dışkı kalıntılarını mikroskop altında inceledi.
Kalıntılarda dört farklı tür asalak bağırsak kurduna ait yumurtalar bulundu. Bu dört tür arasında karın ağrısı, ishal, sarılık gibi rahatsızlıklara ve hatta bazen karaciğer kanserine bile neden olan Çin karaciğer parazitinin yumurtaları da bulunuyordu.
Fakat Çin karaciğer paraziti yaşam döngüsünü tamamlamak için ıslak, sulak ortamlara ihtiyaç duyuyor. Araştırmadaki yumurtalar ise içinde Taklamakan çölünün de bulunduğu kurak Tarım Havzası’nın doğu uçlarında bulunuyordu. Araştırmacılar Çin karaciğer parazitinin bu havzada yaşıyor olmasının hiçbir ihtimali olmadığını belirtti. Gerçekten de bu türün en yaygın olduğu yer, yaklaşık 2,000 km uzaklıktaki Guangdong Bölgesi.
po2
Xuanquanzhi’de bulunan kişisel hijyen çubuklarından biri. Çubuğun bir ucuna sarılmış kumaş parçaları ve üzerinde kahverengi maddeler bulunuyor. (F: Reproduced from the Journal of Archaeological Science: Reports.)
Makale yazarlarından Cambridge Üniversitesi’nden Hui-Yuan Yeh yaptığı açıklamada “Mikroskop altında Çin karaciğer paraziti yumurtalarını ilk gördüğümde önemli bir keşif yaptığımızı biliyordum” diyor.
Daha önceki araştırmalar İpek Yolu’nda seyahat eden gezginlerin hıyarcıklı veba, şarbon ve cüzzam gibi hastalıkları taşıdığını öne sürse de bunun gerçekten gerçekleştiğine dair çok az kesin kanıt vardı. Örneğin Çin ve Avrupa’da birbirine çok benzer hıyarcıklı veba çeşitleri bulunuyordu. Fakat araştırmacalara göre hastalık güneyden Hindistan üzerinden ya da kuzeyden Moğolistan ve Rusya üzerinden Avrupa’ya yayılmış da olabilirdi – yani hastalığın İpek Yolu boyunca yayıldığını gösteren bir kanıt yoktu.
Parazit yumurtaları Kuzeybatı Çin’deki Gansu Eyaleti’nde MÖ 111 – MS 109 yılları arasında büyük bir aktarma ve stok yenileme merkezi olan Xuanquanzhi adındaki bir arkeolojik alanda bulundu. Araştırmacılar görünüşe göre bu 2,000 yıllık durağın İpek Yolu üzerinde popüler bir durak olduğunu söylüyor. Hem gezginler burada kalıyor, hem de devlet görevlileri at değiştirmek ve mektıp teslim etmek için burayı kullanıyordu.
2,000 yıllık tuvaletteki dışkılarda yuvarlak kurt, kırbaç kurdu ve tenya gibi diğer parazitlerin bulunması, bu dinlenme durağını ziyaret eden kişilerin insan dışkısı tarafından kirletilmiş yiyecekleri – belki de gübre olarak kullanılan insan dışkısı -, ya da yeteri kadar pişirilmemiş domuz eti yediğini düşündürüyor.



Live Science, Charles Q. Choi, 21 Temmuz 2016

Veba Salgını Taş Devrinde de Vardı




Veba Salgını Taş Devrinde de Vardı

Eski kalıntılar üzerine yapılan detaylı bir araştırmaya göre veba, Geç Taş Devri sırasında Avrupa’da mevcuttu.

Veba, taş devrinde de salgınlara neden olmuş olabilir. F: Stadtarchaologie Augsburg
Yayımlanan yeni bir çalışmada araştırmacılar, uzak doğudaki insanların toplu göçüyle ölümcül bakterinin Avrupa’ya girdiğini öne sürüyor.
Araştırmacılar, 500’den fazla iskelet örneğini taradı ve altı kişiden veba bakterilerinin tüm genomlarını elde etti. Bu altı kişi, Son Neolitik Çağ ile Tunç Çağı arasına tarihleniyordu.
Veba bulunan örnekler, Rusya, Almanya, Litvanya, Estonya ve Hırvatistan’daki bireylerin iskeletlerinde bulundu.
Max Planck Enstitüsü’nden makalenin eş yazarı Alexander Herbig, “Rusya ve Hırvatistan’da bulunan iki örnek, bugüne kadar yayınlanmış olan en eski veba bulunduran örneklerdi. Bunlar, Altay bölgesinde (Sibirya) daha önce yayınlanmış bir örnekle çağdaştı.” diyor.
Veba bakterisi, Yersinia pestis, 14. yüzyılda Avrupa nüfusunun yaklaşık %30-60’ını öldüren kötü şöhretli Kara Ölüm de dahil olmak üzere birkaç önemli tarihi salgının baş sorumlusuydu.
Antik veba DNA’sının analizi, Neolitik ve Bronz Çağı’ndan gelen Y. pestis genomlarının hepsinin oldukça yakından ilişkili olduğunu gösteriyor.
Bu oldukça ilginç, çünkü analiz edilen kişiler çok geniş bir coğrafi bölgeden geliyor.
Araştırmanın bir diğer eş yazarı Aida Andrades Valtueña, “Bu durum, vebanın Avrupa’ya birkaç farklı zamanda aynı kaynaktan girdiğini gösteriyor. Ya da taş devrinde bir kez Avrupa’ya girmişti ve bir şekilde burada kalmıştı.” diyor.
Hangi senaryonun daha doğru olabileceğini açıklığa kavuşturmak için araştırmacılar, Antik DNA analizlerine ve arkeolojik verilere başvurdu.
Vebanın bakteriyel temsilcisi Yersinia pestis. F: SPL
Yaklaşık 4800 yıl önce, günümüzde Rusya ve Ukrayna’da yer alan Hazar-Pontik Bozkır Bölgesi olarak adlandırılan bir bölgeden Avrupa’ya geniş bir insan kitlesi yayıldı.
Bu insanlar Son Neolitik Çağ’dan önce Avrupalılarda bulunmayan, Sibirya’da ve Yerli Amerikalılarda da görülen farklı bir genetik bileşen taşıdılar.
Avrupa’daki en erken veba bulguları, “bozkır atalarının”  buraya gelişiyle aynı zamana denk geliyor.
Dr Herbig bu durumun, Y. pestis‘in burada bir kaynak oluşturarak Orta Asya’ya geri yayılmadan önce, muhtemelen bozkırdan Avrupa’ya yaklaşık 4.800 yıl önce geldiği görüşünü desteklediğini söylüyor.
Analizler, ölümcül veba bakteri genlerinin o dönemde değişmeye başladığını gösteriyor. Ancak, bu değişikliklerin hastalığın ciddiyetini nasıl etkilediğini belirlemek için daha fazla çalışma gerekiyor.
Bununla birlikte, bu erken Y. pestis bakterilerinin, o dönemde de zaten büyük çaplı salgınlara neden olabilmesi kesinlikle mümkün.
Bu bölgedeki iklim değişikliğinin etkileri bir rol oynamış olabilir ancak buna rağmen bozkır insanları, vebası salgınından uzaklaşmak için hareket edebilirlerdi.
Hastalık aynı zamanda o dönemde Avrupa nüfuslarında görülen derin genetik değişikliklerle de karışmış olabilir. Bazı bölgelerde bozkır insanları, önceki Neolitik nüfusun yerini büyük oranda almış gibi görünüyor.
Max Planck Enstitüsü’nden Johannes Krause, “Bazı Avrupa nüfuslarının ya da bozkır insanlarının bu veba virüsüne farklı bir bağışıklık düzeyi geliştirmiş olması olası.” diyor.
Dr Herbig ise, “Veba, bu dönem boyunca göç süreçlerini teşvik eden bütün faktörlerden biri olabilir. Bununla birlikte, mevcut verilerimiz, Avrupa’daki belirli bölgelerin hastalığın farklı şekilde nasıl etkilendiğini görmek için yetersiz bir çözünürlüğe sahip.” diyor.
Araştırma ekibi, bir sonraki adım olarak, tüm Avrupa’dan daha fazla iskelet kalıntısının taramasını planlıyor.

BBC. 22 Kasım 2017.
Makale: Aida Andrades Valtueña, Alissa Mittnik, Felix M. Key et all. 2017. The Stone Age Plague and Its Persistence in Eurasia. Current Biology.

Neolitik Mezarda 4.900 Yıllık Veba Bakterisi Keşfedildi




Neolitik Mezarda 4.900 Yıllık Veba Bakterisi Keşfedildi

Araştırmacılar bilinen en eski Yersinia pestis bakterisini İsveç’teki 5.000 yıllık bir mezarda keşfetti. Bu keşif, Avrupa’nın ilk çiftçilerinin sayıca azalmasıyla bağlantılı olabilir.

Araştırmacılar 20 yaşında bir kadının kalıntılarında veba örneği buldular. C: Karl-Göran Sjögren / University of Gothenburg
Bulgular, bu bakterinin Taş Devri sonlarında insan tarihinde yaşanan ilkbüyük pandemik hastalık olarak Avrupa boyunca yerleşim yerlerini harap etmiş olabileceğini öne sürüyor. Aynı zamanda antik Avrupa tarihi hakkındaki bazı bilgilerimizi de baştan yazabilir.
Araştırmacılar, tarih öncesi kurbanları gösterebilecek vakalar için halka açık antik DNA veri tabanlarını analiz ederlerken bu bulgular ortaya çıktı. Araştırma için İsveç’teki Frälsegården kazı alanına odaklandılar. Sit alanındaki kireçtaşından bir mezarın daha önce yapılan analizi burada 78 kişinin gömülü olduğunu ve 200 yıllık bir zaman diliminde öldüklerini açığa çıkardı. Fransa, Marsilya’da ki Aix-Marseille Üniversitesinden makalenin baş yazarı Nicolás Rascovan, birçok insanın tek bir yerde kısa zaman içerisinde öldüğü gerçeği, bu insanların bir epidemi esnasında can vermiş olma ihtimalini öne sürdüğünü söylüyor. Bu kireçtaşı mezar ise Neolitik Döneme tarihleniyor.
Araştırmacılar, Frälsegården sit alanındaki bir kadının kalıntılarında dahaönce bilinmeyen bir veba patojeni şuşu keşfettiler. Karbon tarihleme sonuçları bu kadının yaklaşık 4.900 yıl önce Neolitik Düşüş diye bilinen Neolitik kültürün Avrupa boyunca gizemli bir şekilde azaldığı bir dönemde öldüğünü öne sürüyor.
Kalça kemiğine ve diğer iskelet özelliklerine dayanarak, kadının öldüğü zaman yaklaşık 20 yaşında oldu tespit edildi. Kadında bulunan Yersinia pestis şuşu, pnömonik (zatürreli) vebayı tetikleyen bir genetik mutasyona sahipti. Bu vebanın, tarihi ve günümüzdeki vebalar arasında en ölümcülü olmasından dolayı kadının bu hastalıktan ölmüş olma ihtimali oldukça yüksek. (Vebanın en yaygın formu, veba bakterisinin lenf bezlerine sıçrayıp inflamasyona (yangı, iltihaplanma) sebep olan bubonik (hıyarcıklı) vebadır. İltihaplı bezlere bubo (hıyarcık) denir. Eğer bakteri akciğerlere sıçrarsa daha ölümcül olan pnömonik vebayı tetikleyebilir.)
Bilim insanları, yeni bulunan şuşu bilinen veba bakterisi DNA’sı ile karşılaştırınca ellerindeki bu antik numunenin, veba bakterisinin en son atasının en yakın akrabası olduğunu belirlediler. Bu çalışmanın araştırmacıları bu antik numunenin diğer veba şuşlarından yaklaşık 5.700 yıl önce ayrıldığı kanısına vardılar.
Veba nasıl yayıldı?
Araştırmacılara göre yeni bulgular, vebanın nasıl yayıldığına dair olan daha eski bir teoriyle ters düşüyor. Yaklaşık 5.000 yıl önce insanlar Avrasya bozkırlarından Avrupa’ya doğru ana dalgalar halinde göç ettiler ve o sırada Avrupa’da yaşayan Neolitik çiftçilerin yerini aldılar. Daha önceki araştırma bozkır halkının vebayı beraberlerinde taşıdıklarını ve daha önce bulunan yerleşim yerlerini ortadan kaldırdıklarını öne sürmüştü. Fakat, eğer İsveç mezarındaki veba örneği diğer şuşlardan 5.700 yıl önce ayrıldıysa bozkır göçleri daha başlamadan önce evrilmiş olması çok olası. Bu durum da bakterinin o vakitte zaten orada bulunduğunu öne sürüyor.
Aksine, araştırmacılar Avrupa’da 6.100 ila 5.400 yıl öncesinde 10.000’den 20.000’e kadar oturanın bulunduğu mega yerleşim yerlerinde vebanın ortaya çıktığını öne sürdüler. Daha önce Avrupa’da bulunanlardan 10 kata kadar daha büyük olan bu mega yerleşim yerleri için Kopenhag Üniversitesi’nden araştırmanın kıdemli yazarlarından hesaplamalı biyolog Simon Rasmussen “insanları, hayvanları ve depolanmış yiyecekleri beraberinde bulunduruyordu ve büyük ihtimalle oldukça sağlıksız koşullardaydı. Bu durum yeni patojenlerin evrilmesi için gerekli olan koşullar adına tam bir ders kitabı örneği” diyor.
Eğer veba bu mega yerleşim yerlerinde evrildiyse, “o zaman insanlar bu yüzden ölmeye başladıklarında yerleşim yerleri terk edilip yıkılmış olacaktı. Bu da tam olarak 5.500 yıl önce bu yerleşim yerlerinde gözlemlediğimiz durum.” Rascovan, o sırada vebanın ticaret yolları üzerinden tekerlekli taşıtlar sayesinde hızlıca Avrupa’ya yayılmış olabileceğini söylüyor. En nihayetinde, araştırmacıların analiz ettiği kadının öldüğü İsveç’teki Frälsegården gibi oldukça uzak alanlara bile ulaşmış olabilir. Kadınına ait DNA, genetik olarak bozkır halkı ile bağlantılı olmadığını ortaya çıkardı ve bu da bulunan antik vebanın bozkırlardan gelen göçebelerden önce var olduğu fikrini destekliyor.
Yeniliklerle gelen riskler?
Çalışmada eş yazar olan Göteborg Üniversitesi’nden arkeolog Karl-Göran Sjögren, Neolitik dünyanın oldukça marjinal bir bölgesindeki vebanın bu keşfi… hastalığın sıçradığı zamanda iyi oluşturulmuş ve uzak noktalara uzanan etkileşim ağlarını gösteriyor.”
Rascovan, “Gerçekten de devrim niteliğinde yeniliklerin, yani daha karmaşık organizasyona sahip daha büyük yerleşim yerlerinin, metalürjinin, tekerlekli taşıtların, uzak mesafelere ulaşan ticaret yollarının ve benzerlerinin, bulaşıcı hastalıkların ortaya çıkmasına ve yayılmasına ortam hazırlamış olabileceği ve nihayetinde insan tarihindeki ilk büyük çaplı pandemik hastalığa yol açmış olabileceği mümkün” diyor.
Rascovan, araştırmacıların kaydettikleri bulguların vebanın Neolitik yerleşim yerlerinden tek elde silindiğini anlamına gelmediğini, fakat diğerlerinin yanında bir etmen olmuş olabileceğini söylüyor. Örneğin, Neolitik yerleşim yerleri çevreyi fazlasıyla istismar etmiş olabilir, ihtiyaç duydukları ormanları yok olmaya sürüklemek gibi.
Araştırmacılar aynı zamanda, yeni teorileri hakkında somut bir delili daha tespit etmediklerine de dikkat çekiyorlar. Rasmussen, “Eğer bu yerleşim yerlerinde veba bulabilseydik, bu teori için güçlü bir destek olurdu.
Vebanın yayılması hakkındaki şüpheler
Bu çalışmadaki araştırmacılar, keşiflerinin vebanın ortaya çıkışının ve Avrupa boyunca yayılmasının daha önce düşünülenden çok daha erken olduğunu öne sürseler de diğer bilim insanlarını ikna edebilmiş değiller.
Oslo Üniversitesi’nde bir moleküler ve fiziksel antropolog olan Barbara Bramanti, Neolitik bir yerleşim yerinde veba bulmak heyecan verici fakat şaşırtıcı olmadığını söylüyor. Vebanın mega yerleşim yerlerinde ortaya çıkmış olabilmesi akla yatkın fakat veba DNA’sı gerçekten bulunana kadar kanıtlanmış değil.
Almanya, Jena’daki Max Planck İnsan Tarihi Bilimi Enstitüsü’nde bir paleogenetikçi olan Johannes Krause, bu konu hakkında daha eleştirisel ve önerilerin verilerle desteklenmediğini söylüyor. “Yazarlar, Doğu Avrupa’nın merkezinde ortaya çıkışı ve ticaret yolları ile yayılışı hakkında spekülasyonda bulunuyor. Ama buralarda hiçbir veba genomuna sahip değiller.”
2017 yılında bu araştırma grubu, geç Neolitik ve Bronz Çağı veba genomlarına dayanarak vebanın Avrupa’ya Neolitik esnasında girdiğini ve daha sonra bozkır kökenli bireylerle yayıldığını öne sürmüştü. Bu son yayımlanan makalede Krause’nin görüşünü değiştiren hiçbir şey bulunmuyor.
Almanya, Münih’teki Ludwig Maximilian Üniversitesi’nde bir arkeolog olan Phillip Stockhammer, vebanın mega yerleşim yerlerinde ortaya çıkmış olmasının makul olduğunu söylüyor. Fakat kendisi uzak ticaret yollarının yayılmasını nasıl arttırdığını mantıklı bulmuyor. “Eğer vebaya yakalanırsan birkaç yüz kilometre gidip seyahat edemezsin. Ölürsün.”

Live Science. December 6, 2018
Nature News. December 6, 2018
Rascovan, Nicolas, et al, Emergence and Spread of Basal Lineages of Yersinia pestis during the Neolithic Decline, Cell, December 6, 2018, DOI:https://doi.org/10.1016/j.cell.2018.11.005